Korkanlar değil de gönüllerinde hiçbir sevgileri olmayanlar savaşamazlar.

Memduh Şevket Esendal

Memduh Şevket Esendal’ın (M.Ş.E.) hikayeleri hep hümanizma etrafında birleşiyor, merkezinde hep insan var. İyi aile, iyi insan, iyi çocuk yetiştirme konuları onun için önemli. İnsanın toplumsal yapılardan etkilenişini, insana ders verir gibi değil, yaşar gibi yazarak ironik bir dille ayna tutması, onun yazın dünyasının en önemli özelliklerinden. Onun insanı, yaşamı omzunda bir yük gibi değil, sevinçle taşıyan insan. İnsan sevgisi ve yaşama sevinci ile dolu bir hümanizma onunki. Savaşlar yaşanmış bir ortamda, yıkıntının içinde var olmayı deneyen sıradan insanları yazmış. Onun hümanizması toplumun tüm kesimlerini anlamaya çalışıyor:

Yalnız kasap, yalnız hekim, yalnız avukat olmak da değersiz bir iştir. Eğer Atatürk yalnız general olsaydı, hizmeti ne kadar az olurdu.” M.Ş.E.

Memduh Şevket Esendal (1883-1952)

Ailesinin verdiği isim Mustafa Memduh. Şevket de babasının ismi. O da Mustafa ismini kullanmayarak adını Memduh Şevket olarak seçiyor. 

1883 Çorlu doğumlu. Rumeli göçmeni bir ailenin üç çocuğundan biri. Ailesi varlıklı ve çiftçilikle uğraşıyor. Savaş ve göçler nedeniyle tamamladığı bir eğitimi olamıyor. Dönemin ilkokulundan da ayrılıyor. Çünkü okula gidene kadar ailesinden dayak görmemiş; okulda bir arkadaşının başına geldiğini görünce daha okula gitmek istediğini ailesine söylüyor. Babası da onay veriyor. Bir okuldan mezun olmamış ama kendi kendini yetiştirmiş, çok çabuk öğrenen, otodidakt biri. İngilizce, Fransızca, Farsça, Rusça biliyor. Mütevazı, her şeye rağmen hayata pozitif bakan, insan sevgisi ile dolu, samimi, içten tavırlı olan bir sohbet adamı aynı zamanda. Çiftçilik, siyaset, diplomasi ve yazı ise uğraştığı işlerden. Gümrük memurluğundan, Cumhuriyet’in elçiliğine kadar yükseliyor.

18 yıl Tahran, Bakü ve Kabil’de büyükelçilik; dört dönem milletvekilliği yapmış, zamanın partisinde genel sekreterlik yapmış. Ama ömründe verimli olarak 10 yılını edebiyata ayırsa da devlet görevlerinden ziyade edebiyatçılığı bu günlere kalmış. Memduh Şevket’in edebiyatçı kimliği ile siyasetçi kimliği çatışıyor. Siyasetçi olarak sınıfsız, kaynaşmış bir yapıyı savunurken; hikayelerinde bu çelişkileri kaleme alıyor. Politikada daha soyut bir durumla uğraşıyor; oysa onun edebiyattaki başarısı gördüğü somut dünyayı dile getirebiliyor olan sanatçı yaklaşımında. Ütopyası olan bir yazardır desek uygun düşer; yani siyasetle erişemediği dünyayı hikayelerinde yazmış. Onun ütopyası da –ufkî gelişme olarak adlandırdığı- tarım ağırlıklı bir ütopya. Bu düşüncesinde –onun amudî gelişme dediği- sanayi de köylünün ürettiğini ekonomik değere dönüştüren iş kolu olarak ele alınmış. Necip Tosun’un ifadesiyle siyaset hayatını profesyonelce ve iddialı, sanat hayatını amatör ve iddiasız yaşamış.

Basit bir dille yazmış ama basitliğin içindeki derinliği yakalamış bir yazar. Anlatılarında tek bir kişi üzerinden ilerlemiyor, bir grup insanın hayatı ile daha genel perspektiften ilerliyor. Bilinen ilk yazısı 1902’de basılmış, Musavver Fen ve Edep Dergisi’nde. Tahir Alangu ise adını belirtmese de 1900’de basılan eseri olduğunu söylüyor. 1925 yılında Meslek adlı gazetede haftalık öyküler yayınlamaya başlamış.

Tahir Alangu, Memduh Şevket Esendal’ı ün kazanma telaşı olmadan akan bir yeraltı suyuna benzetiyor. 1908’den itibaren yazıları çeşitli dergilerde 44 yıl boyunca müstear isimle çıkmaya başlamış (Esli (tablolarında), Meşe (karikatür ve resimlerinde), Mustafa Memduh, M. Oğulcuk, Mustafa Yalınkat, İstemenoğlu (şiirlerinde), Esendoğu gibi). “Politikada eskittiğim ismimi, çok sevdiğim sanatta kullanmak istemiyorum” diyor. M.Ş.E. kısaltmasını ise Meşe olarak seslendiriyor. Bakıldığında Meşe, Anadolu’nun soylu ağaçlarından biri. Hitit Güneş Kursu’nda bile meşe palamutları var. Kendisi de sağlığında bastırdığı iki kitabın kapağını –muhtemelen kendi çizdiği- meşe pelidi resimleri ile bastırmış.

Hikayeleri yayınlandıktan sonra düzeltmelerle tekrar yazıyor. Çünkü Türkçenin gelişme döneminde yazıyor ve dil sadeleştikçe tekrar düzeltiyor. İlk öyküsü 1908’de yazdığı Veysel Çavuş, ilk romanı Miras.  Hayattayken 3 kitap yayımlamış. Bugün kitapları 20’lere ulaşmış. Bu yazılarındaki anlatım, Ayaşlı ile Kiracıları’na uzanan bir yolda. Geniş ailenin nasıl çekirdek aileye dönüştüğü, toplumun başkalaştığı daha ilk romanında anlatılıyor. 

M.Ş.E. Azebaycan’da da elçilik yapıyor, 1920-1924 yılları arasında. Azerbaycan’a elçi gönderilmesi ile ilgili Kazım Karabekir’in yazdığı telgrafta şöyle yazıyor, “…. Gönderilecek zatın….amele ve askere kendisini sevdirecek derecede olması, Anadolu vilayeti halkından bulunması ve bir lisan bilmesi….”  Azebaycan için Türkiye’den gelecek elçinin halktan biri olmasının istenmesi üzerine, Mustafa Kemal Atatürk de Memduh Şevket Esendal’ın uygun olacağını düşünerek onu görevlendirmiş. Halktan biri olarak kendisinin seçilmesi, Memduh Şevket’i çok memnun etmiş. Böylece M.Ş.E., Büyük Millet Meclisi (BMM) Hükümeti’nin ilk yurtdışı temsilcisi olmuş. Azerbaycan yanında diğer sorumluluk alanları da Kafkasya’daki ülkelerle beraber İran, Türkistan, Sovyet Rusya ve Kuzey İran’da yaşayan Türkler olmuş. 1924’te Azerbaycan Hükümeti devrilip görevi sona erince İstanbul’a döndüğünde, İstanbul Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi ve Kabataş Lisesi’nde tarih öğretmenliği görevine başlamış.  1925’te tekrar yurtdışında, 5 yıl süren Tahran Büyükelçiliği görevini sürdürmüş. 1931-33 yılları arası milletvekilliği yapmış. Bu dönemde ailesinden uzakta, Ankara’da tek başına çoluğundan çocuğundan ayrı kalmış. Oteller pahalı geldiğinden, barınabilmek için Evkaf Apartmanı’nın bir odasını kiralamış. Sıradan bir vatandaş gibi yaşamış, ekmek ve kömür karnesi peşinde koşmuş (Ayaşlı ile Kiracıları’ndaki kişi ve olaylar belki de bu deneyimden esinlenmiş olabilir). Ardından 1933-41 arası yaptığı Kabil Büyükelçiliği görevi ile hayatının büyükelçilik kısmını tamamlamış.

Yazım tarzı

Ancak Bakü’de bulunduğu yıllar, onun edebiyatında kırılma noktası olmuş. Bakü’den önce Maupassant tarzında (Olay hikayeciliği) yazdığı, Bakü sonrasında Çehov tarzında yazdığı (Durum/Kesit hikayeciliği), Türk öyküsüne Çehov tarzını getirdiği; hatta Ömer Seyfettin cebinde Maupassant öyküleri taşırken, Memduh Şevket’in de Çehov öyküleri taşıdığı söyleniyor. Bakü’de geçirdiği yıllarda Rusçayı öğrenerek Rus edebiyatıyla daha yakından temas kuruyor. Öyle ki, bu durum öykücülüğünden hareketle ismi Memduh Şevket Stendhal şeklinde söyleniyor. Ancak o, baştan beri yazmak istediği şekilde yazmış. Kendisine bir örnek bir idol belirleyerek yazmamış.

Her ne kadar vakayı hikayenin temelinden çıkarmasıyla tarz olarak Çehov’a benzese de Çehov’dan eksik kalan mizah tarafını, bir hiciv yazarı olan Mihail Zoşçenko’dan almış. Çocuklarına Çehov’dan yaptığı çevirileri gönderdiği gibi, Zoşçenko çevirileri de göndermiş. Aynı zamanda hikayeyi akıcı diyaloglar üzerine kurduğu için, okuyucu olayın olmadığını neredeyse fark etmiyor bile. Hikaye diyalogla başlıyor, diyalogla bitiyor.

Ayfer Tunç, M.Ş.E. için edebiyatımızın “neşeli ve ince kalemi” diyor ve “Eğer Çehov Anadolu topraklarında yaşamış olsaydı, adı mutlaka Memduh Şevket Esendal olurdu” diye ekliyor. Aralarında tuhaf bir ruh birliği buluyor. Yalnız Çehov için yazı hayatının merkezinde iken, M.Ş.E. için milletvekilliği ve büyükelçilik zamanlarında bir sırdaşıyla fısıldaşır gibi, gizli bir ilişki yaşar gibi yazmış, için için yanan  bir ateş gibi yaşamış yazarlığını diyor Ayfer Tunç. M.Ş.E. de Sait Faik gibi içinde insan olan her şeyi yazmaya değer görmüş.

Mektupları

Uzaktan kızına ve oğullarına ayrı ayrı mektupları olmuş. İyi çocuk yetiştirme gayesinde olan aydın bir baba olarak mektuplar yazıyor: Oğluyla edebiyat üzerine, kızıyla tiyatro üzerine konuşuyor/yazıyor (kızının tiyatro eleştirmeni olmasını istiyor). Mektuplarında çocuklarına hayatı öğretmek istiyor. Zorlama olmadan, baskı yapmadan, açıklayarak ama beyin yıkamadan. Mizah duygusu ile, icabında kendi kendisiyle de dalga geçerek, hoşgörülü, sevecen bir insan olarak yazmış çocuklarına. 

Zamanında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Anadolu Vileyetleri Müfettişi” olmuş. Anadolu ve Trakya’da dolaşmış ve böylece Anadolu insanı ve Anadolu’nun gerçekleri ile tanışmış. Mesleki temsilcilik fikri burada olgunlaşmış. Ona göre her meslek grubundan çalışan insanlar yönetimde söz sahibi olmalı. Bu nedenle “Küçük İnsan”ın yanında yer alıyor. Yazılarında da küçük insan yaratmada büyük özen gösteriyor. Kendisi de sokaktan halkın arasından gelmiş. Garipçilerin yöneldiği halk ağzı, romanda Orhan Kemal’in yöneldiği küçük insan tipi, öykücülüğümüzde Memduh Şevket ile parlamış, yükselmiş. Memduh Şevket Esendal, küçük insanın büyük yazarı.

Memduh Şevket’in eserleri o yıllarda çok yaygın olmamış, büyük bir okuyucu kitlesi oluşamamış. Çünkü:

  1. Uzun yıllar bürokratik görevlerde bulunmuş, siyasetin içinde olmuş. Devlet adamlığı ile yazarlığını ayırmak istemiş. Hep müstear isimlerle, adını kullanmadan eserlerini bastırması, yanlış anlaşılmış. Orhan Veli bunu bir büyüklenme olarak görüyor. Memduh Şevket, Orhan Veli’nin bu eleştirisinden haberdar olunca “Ben kendimi edebiyatçı düzeyinde görmediğim için imzamı kullanmıyorum” demiş. Edebiyatı çok seviyor ve önemsiyor. Aslında siyasetin de edebiyatının önüne geçmesini istememiş. Oğluna yazdığı bir mektupta “Bugüne kadar ülkeme birçok vazifem oldu ama benim bu millete verdiğim en önemli hizmet, hikayeci olarak yaptıklarımdır” diye yazmış. “Mümkün olsa imzamı hiç atmam. İnandığım hikayeyi yazdığım zaman bakın imzamı nasıl şakır şakır atacağım.”
  2. Birçok yazısını düzenli olarak yayınlamamış. Yazsa da basılmamış. Basılma aralıkları çok uzun. 
  3. Eserlerinin büyük kısmı gazete tefrikalarında kalıyor. Kitap olarak basılmamış. İlk kitaplarını adıyla değil, M.Ş.; M.Ş.E. vb olarak çıkarıyor. Uzun yıllar bunları kimse de toplamamış. Hala bilinmeyen müstear isimlerle tefrika edilmiş eserleri olabilir. Eserleri dağınık olarak kalmış. 

Resim çizmek ve yazı yazmak onun tutkusu. Oğluna yazdığı bir mektupta “Yazı, herkes için dar günlerde bir genişliktir” diyor. Yazmak, onun için böyle bir şey. Bir mektubunda da “Edebiyat uğraşılacak bir şey değil, sevilecek bir şey. Başkaları uğraşıyorlar, ben seviyorum” demiş. Edebiyatı sevdikçe kendini yazmaya adamış. “Edebiyat insana neşe vermelidir” diyor ve insanlar yazılarını okudukça bu yaşama sevincini görsün istiyor bir yandan da. Bu özelliği onu Çehov’dan ayıran nokta aynı zamanda. “Ben, insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım. İnsanları yuğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve ye’se düşüren (ümitsiz) yazılardan hoşlanmam…. Halbuki insanların içinde umut olmalı” diye bir sözü de var. Memduh Şevket’in kitaplarının son sayfasını okuduğunuzda iyimserlik ve umutla kitabı kapatıyorsunuz, böyle bir his veriyor.

Türk öykücülüğünün kurucu isimlerinden, Sait Faik’in öncülü. Sait Faik, Memduh Şevket’in ölümünün ardından saygı ve övgüyle bahsediyor. “Mektep kitaplarına onun küçücük, tertemiz, güzel hikayelerinin, kocaman lafların yerine geçmesini dilerim” diyor. Memduh Şevket’in tarzını ilerletenlerden birinin de Haldun Taner olduğu söylenebilir.

Bülent Ecevit 1952’de M.Ş.E. ile ilgili demiş ki “Öz Türkçeyi küçümseyenlere, edebiyata yakışmaz sananlara, uydurma, yapmacık sananlara, M.Ş.E.’nin 1916’larda, 1920’lerde yazdığı hikâyeleri salık veririm. Türkçenin o kadar özü, öz Türkçenin de o kadar temizi, bu gün başka hiçbir hikâyecimizde yoktur. En öz Türkçeci yeni nesil hikâyecilerimizin dili, M.Ş.E.’nin 1916’da yazdığı bir hikâyedeki dil yanında eski kalır. Çalışsak çoğumuz o kadar öz Türkçe yazabiliriz. Ama özendiğimiz, kendimizi sıktığımız belli olur. Halbuki, alın M.Ş.E.’nin bir hikâyesini ,sonuna kadar okuyun, onun öz Türkçe yazdığını bile anlamazsınız. O kadar ustalıkla, o kadar kendiliğinden yapar bunu. Son hikâyelerinde de ilk hikâyelerinde de, Osmanlıca kelimeler sayılıdır. Olduğu kadarını da, konuşmalarda realist kalmak kaygısı ile kullanmıştır”. Bülent Ecevit hikayede yeni bir yolun 3 yolcusu olarak Bilge Karasu, Özcan Ergüder ve Vüs’at Bener olarak söylüyor. Sait Faik’in izinden gidiyorlar diyor, ama Sait Faik’ten önce Memduh Şevket’in olduğunu söylüyor.

M.Ş.E.’ın 50 yıllık yazınında kabaca üç dönemden bahsedilebilir: 1) 1908-1925 2) 1925-1941 3) 1942-1952. Bu dönemler aynı zamanda dilinin de geliştiği dönemleri ifade ediyor. İsmail Çetişli ise M.Ş.E.’nin yazın hayatını 1908-1921 ve 1921-1952 şeklinde ikiye ayırıyor: 1921 öncesi Maupassant tarzında, 1921 sonrası Çehov tarzında. Ayaşlı ile Kiracıları’nı ikinci döneminde yazıyor.

Aile ve Kadın

Kadının toplumdaki önemini sıkça vurguluyor. Onun yazın dünyasında aile bireyleri arasında eşitlik var. 1940’da Feminist adlı bir hikaye yazmış. Ailedeki diğer temel konu da sevgi. Kadın ile ilgili şöyle diyor “Hayat kadınlar hakkında çok merhametsiz çok zalimdir; kadın tez ihtiyarlar, geç ölür”. Behçet Çelik’e göre “Kadın kahramanları erkekler gibi olmayıp ne istediğini bilen, erkeğin özentilerinden rahatsız olan, daha gerçek bir hayat arzulayan tipler”. Bu kadınlar yeni bir yaşam biçimi kurulabileceğinin umudunu sezdiriyor okuyucuya.

Kızına “Mme Bovary” kitabını öneriyor ve mektuplarda bu romanı tartışıyorlar. O yıllarda bir babanın kızıyla aşk konusunda yazışması bile devrimsel bir nitelik taşıyor aslında. 

  • Onun “Saide” hikayesinde de kocasının karısı ve toplum karşısında düştüğü durumu çok güzel anlatıyor.
  • Ayaşlı ve Kiracıları’nda gayrimeşru bir hamilelik yaşayan ve bundan hiç utanmayan hizmetçi Halide’ye, şefkatle yaklaşıyor, onu suçlamıyor, yardım etmek istiyor. Esendal, toplumu olduğu gibi, gördüğü gibi yansıtıyor, tıpkı bir fotoğraf makinesi gibi.

Çocuk: Bazı kişilerce Cumhuriyetin ilk yıllarında çocuk ayak bağı olarak görülmüş. İlber Ortaylı, Yakup Kadri’nin eşi Leman Hanım’ın “İnkılapçının çocuğu olmaz” dediğini yazıyor. Ayaşlı ile Kiracıları’nda da çocuk bile doğurmak istemeyen kadınlar var: İffet Hanım, Halide, Turan Hanım’ın aklından bile geçmiyor. Ayaşlının pansiyonundaki herkes çocuğu Turan Hanım’ın odasında açılan yeni yaşayılın önünde bi engel olarak görüyor. Anlatıcın evlendiği Selime ise tam tersi evlendikten sonra daha ortada çocuk olmasa bile çocuk eşyaları hazırlıyor.

O halde nasıl yazıyor? Sade, yapmacıksız, konuşur gibi bir anlatımla yazıyor. Yakından tanıdığı, gözlemlediği insanların kullandığı dille eserler veriyor.

Selim İleri “İlk kez onun öyküsünde dil, yapay bir edebiyat dili olmaktan kurtarılmış, yalın söyleyişle, gündelik konuşmadan yararlanılarak, hem özgün hem de çok geçerli bir temele oturtulmuştur” diyor. 

Vüsat O. Bener, yazma tekniği ve yalınlık konusunda Esendal’ı örnek alıyor ve onun izinden giderek kendi özgün tarzını oluşturuyor. Aslında Bener, bir kara anlatı yazarı; M.Ş.E. daha aydınlık ve iyimser. ama M.Ş.E. ile aralarında edebi açıdan bir ruh yakınlığı var. M.Ş.E., Vüsat O. Bener’in Dost öyküsüyle 3. olduğu Dünya Hikaye Müsabakası’nda da (1949) Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli Kanık gibi büyük isimlerin olduğu jüri üyelerinden biriymiş. Çok istemesine rağmen, Dost öyküsü birinci olamamış. Yine de M.Ş.E. bu öyküyü  yazan yazarla tanışmak istemiş. Bener’i Türk hikayeciliğine kazandıran kişi olmuş.

AYAŞLI ile KİRACILARI

Kitap “modern çok sesli romanın” erken bir örneği. “Bir Evin Dokuz Odası” adıyla planlanan bir hikayeden doğmuş. Ayaşlı ile Kiracıları ilk defa 1934’te Vakit Gazetesi’nde tefrika ediliyor, aynı yıl yine Vakit’te kitap olarak basılıyor. 1942’de CHP roman yarışmasında ödül alıyor. Memduh Şevket, kitabın “Ayaşlı ile Kiracıları” olarak basılmasını istemiş fakat kitap “ile” bağlacıyla değil “ve” bağlacıyla “Ayaşlı ve Kiracıları” olarak yayımlanmış. Memduh Şevket de o yıllarda Kabil’de büyükelçi olduğundan yanlış basıldığını göremiyor. Ama sonrasında mektuplarında yanlış basılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Memduh Şevket bu roman için “hikaye irisi” diyor ama fazla mütevazı davranıyor. Muzaffer Uyguner kitap için, “Türk toplumunun yaklaşık bir asırdır içinde yaşayageldiği kıymet hükümlerindeki çözülme, bozulma ve yozlaşma vetiresinin (sürecinin) 1930’lu yıllarda ferdi, aileyi, dolayısıyle toplumu hangi noktalara sürüklemiş olduğunu dikkatlere sunma gayretinin romanıdır. Geçiş dönemi toplumundan alınmış bir kesit üzerinde yoğunlaşan eser, Cumhuriyet Türkiye’sindeki yeniden yapılanma sancılarını sezdirmenin yanında, sağlıklı bir dirilişin vücut bulmakta olduğu müjdesini de bünyesinde taşır ” diyor. M.Ş.E. ise oğluna yazdığı 23 Mart 1934 tarihli mektubunda roman için bugünkü cemiyetimizin şiddetli bir tenkididir” derken; 19 Eylül 1937’de yine oğluna yazdığı mektubunda ileri sürdüğü olmadığını yazarak çelişkili iki ifade veriyor. 

Roman Ankara’da geçiyor ama Ankara’nın adı bile geçmiyor. Hatta apartmandaki hiç kimse Ankaralı değil neredeyse. Ayaşlının evi, Dostoyevski’nin Ecinniler ile Suç ve Ceza romanlarındaki oda oda kiralanmış binaları andırıyor. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki konut sıkıntısına da dikkat çekiyor. Memduh Şevket, imparatorluğun çöktüğü, toplumsal yapının alt üst olduğu, yapıların, kurumların, insanların değiştiği yıllarda yaşamış; bu çelişkileri yazmış.  Bu roman da bir apartman metaforundan yola çıkarak tüm topluma bakmamızı sağlıyor. Çok iyi bir gözlemci Memduh Şevket ve onun verimi, yaşadığı hayatın izdüşümleri aynı zamanda. Mesela Ayaşlı ile Kiracıları’nda yazdığı, geçmiş zorlu yıllarda toprağını, servetini, evlatlarını yitiren bir büyük ailenin trajedisini özetleyen bazı satırlar belki de Esendal’ın aile öyküsü. Roman aynı zamanda, tümüyle bir geçiş dönemi hikâyesi; yıkımdan yeni kuruluşa geçiş… Yeni düzen kuruluyor, eskinin felaket yoldaşlığı siliniyor. Mesela Ayaşlı, hapse düşen komşuları için Turan Hanım’a gittiğinde, Turan Hanım onun yüzüne bile bakmıyor. Romanın sonlarında kiracılar ayrılıyor, herkes kendi düzenini kuruyor. Bu şekilde apartmanın dağılışı, yeni bir düzenin kuruluşu gibi. Anlatıcı da sağlam, sağlıklı bir Cumhuriyet için Cumhuriyet’in öngördüğü zeki, üstün nitelikli bir kız ile –Selime ile- evleniyor.

Zaafı ve kötülüğü insanın içinde değil, koşullarda arıyor. Ayaşlı ile Kiracıları, kısmen ahlaki çözülmeye, bürokrasinin bozulmasına, edinilmiş değerlerin yitirilmesinden kaynaklanan toplumca hastalanmaya -Cumhuriyetin onuncu yılında- dikkat çeken bir roman. Aynı zamanda hem Ayaşlı İbrahim’in hem de Esendal’ın hayal kırıklığı. Ancak “Yurda Dönüş” eserinde de bu hayal kırıklığını tedavi edecek tarım medeniyetini anlattığı bir toplum tasarımını kaleme almış.

Roman sonunda genç çift için umutla ama beraberinde bir hüzünlü kabullenişle sona eriyor. Eski düzende iki derebeyi olacak Hasan Bey ve Ayaşlı’nın sonu üzerinden –belki de kendi düşüncesini de ortaya koyarak- toprak sorununun çözümüne yönelik umutlarıyla bitiriyor.

M.Ş.E. edebi bir öncü aynı zamanda. Ayaşlı ile Kiracıları’nın ardılları olan, yine apartmanda yaşananlar ve yaşayanlar üzerine yazılmış kitaplar şunlar: Ayışığında Çalışkur (Haldun Taner); Rıza Bey Aile Evi (Tarık Dursun K.); Piano Piano Bacaksız/Evimizin İnsanları (Kemal Demirel); Mağara Arkadaşları (Ayfer Tunç); Sinek Sarayı (Mine Kırıkkanat); Bit Palas (Elif Şafak).

Yani Kısacası; yazmak onun aslı karakteri. Hem aktif siyasetin içinde olup hem eleştirel gerçekçi edebi metinler kaleme alabilmiş. Politikacı olmasaydı, edebiyata dönüştürebileceği pek çok izlenimi de içine gömmüş.

Kendi yazdıklarıyla ilgili, “Benim yazdığım tarzda Türkiye’de yazılmasa bile, insanlıkta bu tarzda ne güzel şeyler yazılmıştır. Ben orijinal bir esercik yazabilmek için gece gündüz kendimi yorar durur ve denemek için kitaplar dolusu yazılar yazar, sonra da yırtar atarım. Bu şimdi çıkan yazılarımın hiçbiri, benim yazmaya uğraştığım yazı değildir”  der. Onun için insan, hiç tartışmasız ömrünü orijinal bir esere vermelidir. Oğluna mektubunda ise “Bilmiyorum ki benim bu yazıcılığım olmasa, bütün bu yaşayış bana ne kadar ağır gelirdi. Bu 50-60 yılı nasıl yaşar, geçirirdim” diyor.

Cahit Külebi ölümü üzerine içten bir yazı yazmış. Demiş ki “Tanıdığım günden beri onu, insanlığın ve milletimizin bütün iyi yönlerini kendinde toplayan örnek bir kişi bilerek dikkatle seyrettim” Memduh Şevket “Ben aynaya insana benziyor muyum diye bakarım” demiş ve onun hayali “Mesut Türkiye” ideali çerçevesinde daima “yaşama umudu veren, neşe veren” eserler yazmış.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir