Peyami Safa’nın en beğenilen, olgunluk dönemi eseri, başyapıtı. Dönemi için öncü ve yenilikçi. Kişileri, çeşitli roller ve karakterlerle simgeleştiriyor. Ama Peyami Safa en çok Matmazel Noraliya’nın Koltuğu adlı romanını beğendiğini ifade ediyor. Çok daha önceki –özellikle ilk- romanları ise bir Aşk-ı Memnu çoğaltması, evin içinde yasak aşk teması. Bir Halit Ziya etkisi var. Toplumun çürümüşlüğünü göstermek istiyor. İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken romanı olgunlaşıyor.  Fatih-Harbiye gibi romanlar yazıyor. Hatta bu roman 1940’larda İngilizceye çevriliyor.

Peyami Safa, iki zıt değer düşüncesinin çekişmesiyle oluşan çıkmaz üzerine yazıyor. Bu düşünce, dualizm (kutupluluk) düşüncesi. Yani madde-manâiyi-kötügerçek-ütopyaakıl-duygu gibi zıt kutuplar üzerine kurgulamış. Peyami Safa’nın ütopyası Simeranya, bu zıtlıkların ortadan kalktığı yer. Romanda amaç, Samim’de temsil edilen ideal insan tipinin okurda ilgi uyandırması, hatta onlar tarafından benimsenmesi.

Romanda anlatılan: Manevi değerleri zayıflayan, sorunlarına maddi değerlerle çözüm bulmaya çalışan insanların içine düştükleri yalnızlık ve buhran. Yani:

  1. Doğu-Batı kültürü arasında ne tarafa gideceğini şaşırmış insanların hikâyesi anlatılıyor ve sonuçta “materyalist düşüncelerden kurtulun, özünüze dönün, yoksa sonunuz Meral gibi olur” çağrısı yapılıyor.
  2. Manevi değerler zayıflayınca, insan kaybettiği ruhunu maddede bulamaz; gerçek manevi ve kutsal değerlerden uzak olanlar, korkunç bir yalnızlık bunalımı içinde çaresizliğe düşüp, eninde sonunda hüsrana uğrar, deniliyor.
  • Kısacası manevi değerlere bağlanmak yükseltici, maddi değerlere yönelmek ise düşürücü mesajı veriliyor.

Yazıldığı Dönem: Yalnızız,  İkinci Dünya Savaşı’ndan birkaç yıl sonrasını anlatıyor.  Savaşın yıkıcı etkisi üzerine bir yandan varoluşçuluk, bir yandan nihilizm, edebiyatta ve hayatta kendine yer bulmuş. Kitap, 1950’li yıllarda Türkiye’de sanayileşme, köyden kente göç, çok partili hayat ve insan toplum ilişkisinin dallanıp budaklandığı bu dönemin başında yazılmış. Bu yalnızlık, tek başına bir insanın sıradan yalnızlığı değil de toplumdan soyutlanması, izole olması gibi toplumsal, psikolojik, felsefi bir mesele olarak yaşanan yalnızlık. 

Yalnızız’ın içinde birçok yazıya konu olacak epey “malzeme” var. Mesela:

Doğu-Batı: Peyami Safa’nın titizlikle üzerinde durduğu konu, Doğu-Batı meselesi. İnsanların kafalarının bir yönüyle Doğu’yu bir yönüyle Batı’yı temsil ettiğini söylüyor. Ona göre Doğu; maneviyat üzerine inşa edilmiş ve kaderci. Batı; madde üzerinde yükselmiş ve akıl ile hareket ediyor. Önemli olan birbirlerine zıt bu iki dünya felsefesinden bir senteze ulaşabilmek. Batılılaşmanın  olumsuzluklarını reddediyor, Doğu-Batı sentezini savunuyor.

Peyami Safa “batıcı” olarak tanımlanmakla birlikte, Batı’nın ahlaki bir bozukluk yaşadığını savunmuş. Bugünkü Avrupa’nın maneviyattan yoksun olduğunu, bilim ve teknik alanda ilerlediği halde bir buhran yaşadığını düşünüyor. Doğu’yu da kaderci olmakla eleştiriyor. Doğu medeniyetinin dini telkinleri yanlış uygulanmasına bağlı olarak duraksadığına inanıyor.

Meral’in aşırı Batı hayranlığı cezalandırılarak batılılaşma taraftarlarına bir mesaj gönderiyor. Batı’ya özenen yozlaşmış bireylerin karşısına, sosyal ve kültürel değerlere bağlı kahramanlar çıkıyor.

Hastalık: Şahidi olduğu toplumdaki bozulma ve yozlaşmayı,  hemen her romanında kullandığı “hastalık” metaforu üzerinden yansıtıyor. Batılıların, çökmekte olan Osmanlı için kullandığı “hasta adam” sıfatı, Peyami Safa romanlarında, Tanzimat sonrası kronik bir hastaya dönüşen, sağlıksız birey ve toplum yerine geçiyor. Cahit Sıtkı Tarancı’ya şöyle demiş: “Benim şuurum bir faciâ atmosferi içinde doğdu.  Ben iki yaşımda iken babam ve kardeşim Sivas’ta on ay içinde öldü. Böyle kısa fasılayla hem kocasını hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmağa başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran ‘bir faciâ beklemek vehmi’ ve yaklaşan her ayak sesinden bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir.” Çocukluğunda doktorluğa heves etmiş, olamamış. Ama önce kendisinin sonra da eşinin hastalıkları nedeniyle edindiği tıp bilgisini, geçiş dönemi sancıları yaşayan toplumun vaziyetini teşhiste değerlendirmiş.

Simeranya (Ütopya): Türk romanında ütopya kavramı ilk defa “Yalnızız”da görülüyor. Samim’in hayali ülkesi, bugünkü Batı uygarlığının her şeyi madde ile ölçen anlayışına karşı tasarlanmış. Ütopya dönemin atmosferini yansıtıyor. Arzu ettiği =  Materyalist dünyaya karşı X Ruhçu bir dünya modeli.

Yalnızız’da Peyami Safa özellikle YALAN ve DOĞU-BATI sorunu üzerinde duruyor. Simeranya’da bu Doğu-Batı zıtlıkları barışacak ve huzurlu bir yaşam sürülecek; insanlar içlerindeki zıtlıkları barıştırdıkları için de bu kusursuz dünyada artık yalana ihtiyaç duyulmayacak.

Simeranya’da klasik okul, yani sınıf, kürsü,  ders programı, nutuk gibi ders veren öğretmen, diploma yok. Simeranya’da diplomaya ihtiyaç duyulmadan öğrenmenin yolunun, kişinin kendi isteği ve çabaları sonucunda gerçekleşeceğinin anlatıldığı ideal eğitim sistemi, Peyami Safa’nın kendi hayatından izler taşıyor. Hastalık ve fakirlik yüzünden düzenli bir eğitim hayatı olmamış, küçük yaşta çalışma hayatına atılmış, kendi kendini yetiştirmiş ve birçok insanın okulda elde edemeyeceği bilgiye sahip olmuş. 

Simeranya’da Peyami Safa’nın insanın beyin gücüyle, beslenme rejimiyle kendi vücudunu şekillendirebileceği fikri, günümüzde yapılan bilimsel çalışmalarla da doğrulanmış durumda.

Samim diyor ki: “Simeranya benim icadım. Sıkıldım mı oraya kaçıyorum. Simeranya’yı oluşturan tema = Yalnızlık 

Simeranya’da toplumcu bir yapı var. Zenginler çok zengin olamıyor, fakirlik yasak, mülkiyet sınırlandırılıyor. Fabrika yönetenler bilançolarını işçi heyetlerine onaylatıyor. Sınıfsız toplum arayışı var. Özel mülkiyet sınırlı. Peyami Safa köşe yazılarında anti-komünist. Ama kendi iç dünyasında, Yalnızız’da toplumcu.

Peyami Safa sadece Yalnızız’da değil, teknik olarak diğer romanlarında da insanı bir dramın içinden alıp onu bir şekilde adeta ütopyaya taşıyor.

Kitaplarında karakterler genel olarak alafranga tipler, yeni kültürün insan havuzu içinden tipler. Örneğin Fatih Harbiye’de, doğuyu temsilen seçtiği tipler bile taşradan değil, alafranga hayata yabancı olmayan kişiler, konservatuara giden entelektüel tipler. Bir nevi yeni oluşan insan tiplerini yakalamış. Örneğin Oğuz Atay’ı da önemli yapanın henüz kimsenin farketmediği gelmekte olan insanı farkedebilmesi olduğu söyleniyor.

Karakterler:

Samim: İsminin anlamı = Bir şeyin merkezi, içi, asli kısmı. Samim, Meral’i yalandan korumak için Meral’den ısrarla “samimi” olmasını istiyor. Adının “Samim” olmasının bir nedeni de, yalandan nefret etmesinin bilinçaltındaki baskısı. Peyami Safa’nın romanlarında onu temsil eden bilgili, görgülü bir kahraman oluyor. Fikirlerini bu idealist karaktere söyletiyor. Yalnızız romanında bu kişi ağırlıklı olarak Samim. Onun ‘hayat felsefesi anlatılıyor. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’ndaki Ferit de bir bakıma Samim’in gençliği gibi düşünülebilir. Kendini bulmaya çalışan Ferit, Yalnızız’da daha kendini tanıyan, oturaklı Samim haline dönüşüyor gibi. Hatta bir parça da Peyami Safa. Ferit de doktor olma hayalleri kuran Peyami Safa gibi bir tıp öğrencisi, ama yarım bırakıp üniversitede felsefeye geçiş yapıyor. Peyami Safa da felsefe konusunda adeta bir uzman. Peyami Safa için önemli bir karakter Samim; zekâsından korkulan bir adam. Öyle ki romanın bazı yerlerinde diğer kişiler –özellikle de Meral- Samim’in zekâsını göstermek için adeta ‘denek’ olarak kullanılıyor.

Meral: Yalan Dünya’nın tuzağına düşen karakter. Berna Moran’ın,  Peyami Safa’nın romanlarındaki kadın kahramanların durumuna yönelik bir tespiti var:  “Peyami  Safa’nın roman dünyasında ‘kötü’ ile ‘iyi’nin ölçüsü madde-ruh ayrımında yatar. Başka bir deyişle, ‘suç’, maddeye yönelmek şeklinde belirir ve bundan ötürü, kızın madde ile ruh arasında kararsızlığı bir çeşit suçtur,  sürerse cezalandırılır.” Meral de bir bakıma bu ikilemi yaşıyor ve ağır şekilde cezalandırılıyor. 

Besim: İsmin anlamı = Güler yüzlü, güleç adam. Besim, Samim’in zıddı ve negatifi olan karakter. Ama Peyami Safa, romanda düşüncelerini aktarmak için sözcüsü olan Samim’le yetinmiyor, Besim’i de kullanıyor. Aslında Peyami Safa, Besim’in hayat felsefesini, yaşama karşı bakışını beğenmiyor. Buna rağmen Besim’in ağırlığı romanda fazla. Samim soyut anlamda derin ve felsefi görüşlerini her fırsatta söylüyor; Besim’in ise, yaşadığımız hayata ve gerçek insanlara dair özgün tespitleri var.

Mistisizm: Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız romanları hem tematik hem de biçimsel anlamda paralel.  Ruh vurgusu, Doğu-Batı, madde-ruh çatışması, insanı yalnızlığa sürükleyen durumlar, iki kitapta da ortak. Her iki kitapta da ruh çözümlemeleri yoğun ve bunlar psikoloji, parapskikoloji ve mistisizmle iç içe kitaplar. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu’nda Ferit, nihilistken metapsişik olaylar sonunda kaybettiği dinî değerlere kavuşarak Allah’a inanır. Peyami Safa, J.B. Rhine’nin insan ruhu öldükten sonra yaşadığı ile ilgili görüşünü de kitapta, bu yazarı anarak temellendiriyor. Yalnızız’da telekinezi, santimantalizm,  geleceği okuma,  astroloji yer alıyor. Kahramanlar bu olayların gerçekliğine ilişkin Londra’daki Ruhi Araştırmalar Merkezi’nden, Hollanda İlim Akademisi’nden deliller getiriyor. Bergson, Heidegger, Novalis, Hegel, Nietzsche’nin görüşleri tartışılıyor. O dönemde ispritizma merakı dünyayı sarmış. Peyami Safa, ruh çağırma seanslarına da katılmış, medyumluk da yapmış. Mistisizm adıyla bir kitap yayımlamış. Peyami Safa’ya göre mutluluğun tek yolu; ilahi bir plana inanmak. Maddi olan bedeninin ve hayatının çok fazla hayrını göremediğinden, düşünce sistemi, metafiziğe doğru başkalaşmış olmalı. 

Peyami Safa (1899-1961)

Aslen Trabzonlu şair Mehmet Behçet Efendi’nin torunu, Prens Sabahattin’in özel edebiyat hocası şair İsmail Safa Bey’in oğlu. Adını Tevfik Fikret koymuş. Akıl hastanesinde yatan bir amcanın yeğeni. Bir facia atmosferinde büyümüş.

Peyami Safa, Osmanlı Devleti’nin sonu ile Cumhuriyet’in ilk yıllarına denk düşen bir dönemde yaşamış. Aynı sınırlar içinde bir devletin yıkılışına ve yeni bir devletin kuruluşuna şahitlik eder. Romanlarıyla nitelikli bir edebiyatçı; Server Bedi imzasıyla yazdığı piyasa işi cinayet romanlarıyla popüler yazar;  gazetelerdeki çok ağır eleştirileriyle bir kavga adamı; tarih, sosyoloji, ekonomi görüşleriyle derinlikli bir düşünce adamı gibi çok geniş alanda yazan bir yazar kimliği ortaya koymuş. İnanç, felsefe, resim, müzik konularında zaman zaman birbirinin tersi görüşler ileri sürdüğü de olmuş.

Hayatla mücadelesi çocuklukta başlıyor. Küçük yaşta babasıyla birlikte Sivas’a, sürgüne gitmek zorunda kalıyor. Çünkü babası Sultan Hamid’e muhalif ve İttihatçı. Sürgün sırasında babasını ve kardeşini kaybediyor. Baba figüründen yoksun büyümüş,  eksikliğini hayatı boyunca hissetmiş.  Onu çok derin başka yoksunluklara iten en temel yoksunluk da bu olmalı. Hem babasının vefatı hem de çocukluktan gençliğe devam eden hastalık hâlleri, az bulunur zekâsına rağmen, onun düzenli öğrenim görmesine engel olmuş. Çocuk yaşta çalışmaya başlamış. Maddi sıkıntıları da ömür boyu devam etmiş. Tevfik Fikret’i, küçüklüğünden itibaren kendisine sahip çıkan Abdullah Cevdet’i babasının dostu oldukları için sevmiş. Kendi düşünceleriyle onlarınki çelişse bile, sivri dilliliğine rağmen onlara karşı yazarken daha bir koruyucu ve kollayıcı olmuş.

Kendi kendini yetiştirmiş, ansiklopedi ve kitaplarla büyümüş. Tıp, felsefe ayrıca romancılığıyla bağlantılı olarak psikoloji ve sosyolojide uzman derecesinde bilgi sahibi. Çok zeki ve çalışkan olan, ama maddi imkansızlıklarla okuyamayan P.S’yı babasının arkadaşı Recaizade Ekrem, Galatasaray Sultanisi’ne yazdırmış. Ama resmi okulları bitirememiş. Klasik bir eğitim bile alamamış, mecburen orta üçte okulu bırakmış. Yine baba dostu, Abdullah Cevdet’in P.S.’ya sünnet hediyesi olarak verdiği Larousse’la Fransızca’yı kısa zamanda öğrenmiş. Bu da onun için bir dönüm noktası olmuş, çünkü Batı kültürünü, Batı edebiyatını tanıma, öğrenme imkânına kavuşmuş. Annesi Server Bedia Hanım’dan dolayı “Server Bedi” takma adıyla polisiye romanlar da yazmış. 1928’de Nazım Hikmet’le dost olmuş. Bu dostluk, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu ona ithaf edecek kadar gelişmiş. Resimli Ay dergisinde de yayınlanan romanda Nâzım Hikmet etkisi olduğu iddia edilmiş. Ancak zamanla aralarında oluşan soğukluk, 1935’te düşmanlığa dönüşmüş. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya’yı desteklemiş. Savaş sonrasında demokrasiye geçişi tehlikeli bulmuş. 

Peyami’nin hayat ve dünya görüşünün bir parçası olan kavgaları ise, ilkokul sıralarında Arnavut Recep’le yaptığı boks maçlarına dayanıyor. Çok sonraki yıllarda bedelinin ağır olduğunu itiraf ediyor. Kavga ettiği kimseye kırgın değil. Kavga, ona göre hayatın olması gereken bir gerçeği ve sahası. Yetimlik,  yoksulluk ve hastalıkların onda bıraktığı izler: Alıngan, huysuz,  kendine güvensiz, merhametten nefret eden bir mizaç; başarısındaki itici güç, belki de bu duygularda aranmalı.

1940’lı yıllarda politik olarak başka yerde duruyor, 60’lı yıllarda başka yerde; savruluşları, ikilemleri var. Milletvekili olmak isteyip olamıyor. 1938’de yazdığı inkılaplarla ilgili eleştirilerin de yer aldığı “Türk İnkılabına Bakışlar (TİB)” kitabı var, o zaman basmıyor, 1950’li yıllarda bastırıyor. TİB’in birinci baskına yazılan önsözde saf bir Kemalizm retoriği üzerinden hareket ederken, ikinci baskıya yazdığı önsözde bunların bir kısmını tashih, bir kısmını da revize ediyor. 1930’larda Kemalist, 40’larda faşist, 50’lerde demokrat, 60’larda kültür milliyetçisi… Aslında tıpkı Tanpınar gibi arada kalmışlığından biraz da haz duyan karmaşık bir düşünce adamı Peyami Safa. Bu duruma karşı şöyle diyor: “Marksist olmaksızın kendi inanış hudutlarım içinde bir çeşit sosyalistim.  İnsanın kendi kendisi kalmak şartıyla değişmesi bütün eşyaya şâmil bir zarurettir.  Bunun için hem muhafazakâr hem de inkılâpçıyım.

1954’ün sonlarında ağabeyi İlhami Safa’yı kaybeder. Çöküş başlar. 27 Mayıs döneminde gericilikle suçlanır ve çok hırpalanır. Kendi hastalıkları yanında eşinin hastalığıyla da mücadele eder. 1961 Şubat’ında oğlu İsmail Merve’yi kaybeder ve sağlığı iyice bozulur. 15 Haziran 1961’de hayatını kaybeder. Ona yakın kişilerin ifadelerine göre, ömrünün son döneminde bir roman hazırlığı içerisindeymiş. Bu romanın adı,  “Karanlıkta Sönen Mum” olacakmış. 

Yaklaşık beş yüz kitap yazar. Yazarlıktan başka bir iş yapmadığı ve durmadan yazdığı hâlde, başını sokacak bir evi bile olmaz. Hayatı boyunca bitpazarından giyinir ama dergisinde şiirleri çıkan amatörlere bile telif öder.

Peyami Safa’nın daha küçük yaşlardan ölümüne kadar kalemini kuvvetlendiren ve destekleyen iki özelliğinden birincisi, geçim derdi; ikincisi, fikrî tartışmalar olmuş. Bu iki özellik, Peyami Safa’yı yazmak, konusunda hep kamçılamış ve bu sayede ardında yüzlerce eser bırakmış.

Etkilendiği yazarlar: Edebiyatının önemli kaynakları olarak Dostoyevski, Proust, Rilke, Aldous Huxley; özellikle Huxley’yi, mistisizm ile ilgili yazdığı için kendine yakın görmüş. Tüm eserlerini mesaj ağırlıklı bir anlayışla kaleme almış. 

Bir röportajında, “İlk gençliğimde Guy de Maupassant; daha sonra, çok sevdiğim Marcel Proust veya Dostoyevski gibi romancılara neler borçlu olduğumu bilmiyorum.” diyerek saydığı yazarların kendisi için büyük önemini vurguluyor. Daha sonraları da A. Gide’i de kendine örnek almış.

Keşfettiği ve kamuoyuna sunduğu gençler; Cahit Sıtkı, Sait Faik, Fazıl Hüsnü

Berna Moran’ın Peyami Safa ile ilgili eleştirisi: İçindeki filozofun tüm romanları boyunca çıkması ve bu durumun romanlarını sakatlaması. Bahtin diyor ki: Kahramanların yazarın dublörü olmaması gerekiyor. Bu yönden Peyami Safa eleştirilebilir. Ama karakterlerin çeşitliliği ön planda. Özellikle Yalnızız’da bir, çok seslilik var.

Peyami Safa’ya göre tek kurtuluş  yolu:  Birbirinden  ayrı  iki  dünya  olduğunu  zannettiğimiz Doğu  ve  Batı’nın  aslında bir olduğunun  farkına varmak; Doğu’nun  içindeki  Batı’yı  ve  Batı’nın  içindeki  Doğu’yu  uyandırmak;  insanın  ancak  ruhuyla  ve  bedeniyle  bir  bütün  olabileceğini,  kâinattaki  her  şeyin  insanlıkla bir bütün teşkil  ettiğini  kabul  etmek. Peyami Safa’ya göre, hem Doğu, hem de Batı kültürünün buhran ve krizden çıkış yolu, Doğu kültürünün manevi değerleriyle Batı kültürünün maddi değerlerinin sentezlenmesinden geçer.

Fikir hayatı da zikzaklarla dolu: Bir tezi önceleri şiddetle savunur, belli bir dönem sonra en büyük eleştirmeni olur. “Materyalizm, felsefi idealizm ve spritüalizm arasında yalpaladığı” biliniyor. Son derece şüpheci. “Zeka için inanmak ölümdür” diyecek kadar şüpheci. Hadiselerin arka planını kurcalamaya evham derecesinde düşkün. Hayatı, daha çok bir tereddüdün romanından ibaret.

KAYNAKLAR

Afra Dayı (2014). TÜRK DÜŞÜNCESİNİN MUHAFAZAKÂR RUHU PEYAMİ SAFA: ROMAN KAHRAMANLARININ IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME, Muhafazakâr Düşünce, 10(39) 129-149.

Ali Aköz (2015). Yoksun Bir Adam: Peyami, Hece,  55-59.

Banu Altınova (2007). Edebiyat Felsefesi Açısından  “Yalnızız”  Romanı, Bilge, 13(50), Mart, 71-77.

Canan Sevinç (2015). PEYAMİ SAFA’NIN ROMANLARINDA METAFOR OLARAK HASTALIK, Hece, 94-103.

Fahri Tuna (2015). PEYAMİ SAFA Bir Tereddüdün Hayatı, Hece, 411-412.

Hüseyin Çil (2015). PEYAMİ SAFA ROMANLARINDA DRAM VEÜTOPYA ARASINDA İNSAN, Hece, 127-139.

Kelimeler ve Şeyler, 154. Bölüm, TRT2.

Necip Tosun (2015). PEYAMİ SAFA’NIN DÜŞÜNCE VE EDEBİYATTA ÖNCÜLERİ, Hece, 21-31. 

Oğuz Öcal (2020). Tepkisel Bir Roman Kahramanı Olarak Meral, Türklük Bilimi Araştırmaları, (48), 11-22.

Ömer Ayhan (2012). EDEBİYATIMIZIN GİZEMLİ ÜTOPYASI SiMERANYA, Notos, 61-64.

Rahma İbrahim (2021). PEYAMİ SAFA’NIN “FATİH HARBİYE, YALNIZIZ VE MATMAZEL NORALİYA’NIN KOLTUĞU” ADLI ROMANLARINDA KULLANILAN OLUMSUZ İFADELİ KELİMELER, Selçuk Üniversitesi S.B.E. Türk Dili ve Edebiyatı A.B.D. Y.L. Tezi, Konya.

Turan Karatraş (2002). BİR DÜŞÜNCE ROMANI YALNIZIZ, Hece, 733-743.

Ulaş Bingöl (2017). PEYAMİ SAFA’NIN ROMANLARINDA DOĞU-BATI MESELESİ BAĞLAMINDA DEĞERLER ÇATIŞMASI, idil, Cilt 6 (31), 891-921.

Vefa Taşdelen (2015). Doğunun ve Batının Ötesinde, Hece, 9-15.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir