“…kendimim yeniden büyütmek istediğim, saksısını çatlatmış.”

Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu, her yazdığını farklı bir anlatma biçimi, yeni bir biçem ile yazmış; oluşturduğu karakterlerle Türkiye’nin toplumsal, kültürel, siyasal yapısını irdelemiş; günümüze de ışık tutmuş bir yazar. “Yaşamımız nereden gelip nereye gidiyor”, hep bunun muhasebesini yapmış yazdıklarıyla. Özellikle Dar Zamanlar üçlemesi, modern Türkiye’nin inşasının ve dönüşümünün ana hatlarını, modern bir üslupla anlatan en iyi romanlardan.

Füsun Akatlı, Adalet Ağaoğlu için “Düşünce düzeyindeki doğrularla, sanat düzeyindeki doğruları buluşturabilmiş bir yazar” diyor. Jale Parla ise “Kriz anlarına yoğunlaşan bir yazar olarak” söz ediyor. Semih GümüşOnun romanlarında gereksiz, anlamsız, kıymetsiz tek bir kelime bulamazsınız” diyor.

23 Ekim 1929’da Ankara Nallıhan’da doğmuş. Kendi ifadesiyle “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk kuşak üyelerinden.” Babası Mustafa Sümer kumaş tüccarı ve hafız, Karşıyakalı; çok çalışkan, iradeli, eli sıkı, gösterişi, övünmeyi hiç sevmeyen biri. Dönemin aydın insanlarından. Rüştiyede (Yani o zamanın lisesinde) okumuş ama aynı zamanda din eğitimi de almış. Annesi titiz, eli her işe yatkın, estetik zevki olan Emine İsmet Hanım Boşnak asıllı, Saraybosna göçmeni.

Babası çocuklarına öğüt verirken Osmanlıca sözler kullanırmış. Annesi de “Çocuklar ne anlasın “aşikar”dan? Açık, besbelli desene şuna” diye düzeltirmiş. Adalet Ağaoğlu diyor ki “Lise Divan Edebiyatı derslerini nispeten kolay atlattıysam, annem durmadan babamın dilini düzelttiği içindir herhalde.

Dört çocuğu olan ailenin tek kızı. Annesi onun küçüklüğünü şöyle anlatıyormuş: “Daha bebekken bile içine içine ağlardın. Sesin soluğun çıkmazdı, ama morardıkça morarırdın, ölüyorsun sanırdım, korkardım.” Gerçekten de hayatı boyunca da birinin ona acıması,  Adalet Ağaoğlu’nun en istemediği şey olmuş. İlerleyen yaşamında da hep içe doğru haykırmış; ama bu haykırışlarını yazı yoluyla dışa doğru dönüştürmeyi başarmış.

Büyük-büyükbabası, tıp eğitimini İstanbul’da görmüş; Sivrihisar’a hekim-eczacı olarak atanmış. Onun oğlu, yani Adalet Ağaoğlu’nun –kendi ifadesiyle– büyükbabası (annesinin babası) Fuat Önder, eğlenmeyi seven ve müsriflik derecesinde eli açık bir insanmış. Öyle ki savaş yıllarında açlık ve sefalet zamanlarında babadan ona miras kalan Sivrihisar’daki konağını, kız kardeşleri ve çocukları aç kalmasın, süt içsinler diye bir inekle takas ediyor. Ancak çocukken Adalet Ağaoğlu’nu etkileyen kişi de Fuat Önder. Çünkü okuması için onu teşvik etmiş. “Fuat Önder, baskılar altında ezilmemem yolunda küçük aşı yaptı” diyor. Büyükbaba, Nallıhan’a sorgu hakimi olarak atanmış. Adalet Ağaoğlu’nun babası da askerliğini burada nöbetçi er olarak yapmış. Annesiyle bu şekilde tanışmışlar. Okuması için babasının tereddütleri varken, büyükbabası hep destek çıkmış. Ama çocukken onu en çok etkileyen kişinin 🡪 babası olduğunu sonradan anlamış. Babası çalışkan, yoktan var eden bir insan. Büyükbabası ise hazır para yiyen biri. Karşıt huydalar. “Babamdan sanıyorum ki, insan olarak hayata karşı borcumuzu öğrendim, öğrenmişim” diyor. Annesinin de ölene kadar hep kitap okuduğunu söylüyor; kitaplara düşkünlüğü de annesinden geliyor.

Sinemaya ilk kez 5-6 yaşlarındayken gitmiş, İstanbul’da. Gittikleri film King Kong. Diyor ki “Kim bilir belki de yalancıktan bir şey, bir hayat, bir kitap icat etme, kurgulama tohumu o zaman düşmüştür içime.

Dört kardeşler. Kardeşlerden en büyüğü doktor, Cazip Sümer (doktor olmasında büyük-büyükbabasının etkisi olduğu söylenebilir). Adalet Ağaoğlu’ndan 4 yaş büyük. İkinci çocuk, Adalet Ağaoğlu. Üçüncü kardeş, kendisinin bir buçuk yaş küçüğü, kardeşleri içinde en yakın arkadaşı Ayhan Sümer, lisedeyken dönemin en büyük futbol takımlarından birine istenmiş. Ama babası gibi çok çalışkan olan Ayhan, ticaretle uğraşmış; babasından kalan küçük tuhafiye dükkanını büyüterek, Ankara’nın en tanınmış tekstil mağazalarından biri olan “Ayhan” mağazasına çevirmiş. En küçükleri (Adalet Ağaoğlu’nda 7 yaş küçük olan) tiyatro oyunu yazarı, yönetmen ve oyuncu Güner Sümer. Adalet Ağaoğlu, ilkokula Nallıhan’da 1933’te, daha 4-5 yaşlarındayken başlıyor, 1938’de tamamlıyor. Ortaokula devam etmesine babası izin vermiyor. O da okumak için açlık grevi yapıyor, kendini odaya kilitliyor, birkaç gün odadan çıkmıyor. En sonunda kapısını kırıyorlar,  yarı baygın olan Adalet Ağaoğlu’nu çıkarıyorlar. Bu olay üzerine aile, kızları daha iyi okuyabilsin diye 1938 yılında Ankara’ya göçüyor. Bunu da şöyle anlatıyor Adalet Ağaoğlu:

Atatürk Cumhuriyet’in ilanından sonra 1933’te bir yasa çıkartıyor. Bu kanunda şöyle deniyor: Bütün aileler kız çocuklarını ilkokula gönderecekler, bunu yapmayan anne babalar hapse atılacak” O zaman 5 yaşındayım, 3 erkek kardeşin içerisinde tek kızı benim, nüfus kağıdım bile yok, 7 yaşında gösteriyorlar, böylece ilkokula gidiyorum. Annem başka şehre gitmemi istemediği için Ankara’ya taşınıyoruz, bütün eğitimim Ankara’da geçiyor.  O yasa olmasaydı ben yazar olamazdım.

Ankara’da ilk sene kiraladıkları ev, Gazi Lisesinin karşısındaki eski Ankara evlerinden birinin üst katı. Yalnız bu katın odalarından birini, bir memur ve ailesi kiralamış. Adalet Ağaoğlu “Tam da Memduh Şevket’in Ayaşlı ve Kiracıları”ndaki gibiydi diyor.

Babasından gizli kaydolduğu Ankara Kız Lisesinin ardından, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Fransız Dili ve Edebiyatı okuyor. Yalnız üniversite kaydı da, tıpkı lise kaydında olduğu gibi yine babasına direnerek oluyor. Büyükbabası ondan üniversitede mutlaka okuyacağına dair söz istiyor. O da bu sözü yerine getirmek için “kaçak” şekilde kayıt yaptırıyor. O sıralarda Ulus Gazetesi’ne yazı yazıyormuş. Oradan aldığı ilk 2,5 lira ile fakültenin kayıt parasını yatırıyor. Fransız Dili ve Edebiyatında öğrenim görürken, bir yandan aynı fakültenin Felsefe bölümündeki dersleri de takip ediyor.

Nüfus cüzdanında babasının koyduğu göbek ismi Fatma ve ebesinin kulağına fısıldadığı İnayet ismi yazıyormuş, yani Fatma İnayet;  ama ailede Adalet olarak sesleniyorlarmış. Nüfus kaydındaki isminin Fatma İnayet olduğunu 11 yaşındayken, ortaokulda öğreniyor. Daha sonra babası mahkeme kararı aldırarak, Fatma İnayet ismini üniversitede Adalet olarak değiştiriyor. İnat ederek, ne olursa olsun okuyarak, bir ömür başka nasıl yaşanırı göstererek, Fatma İnayet olmanın kabuğunu kırıyor (Feridun Andaç’ın ifadesiyle).

Evliliği

15 Aralık 1954’te mühendis Halim Ağaoğlu ile evleniyor. Aynı zamanda Adalet Ağaoğlu’nun abisi ile Halim Bey’in kız kardeşi de evleniyorlar; onlar gezmeye giderken Adalet Ağaoğlu ve Halim Bey de bu gezmelerde bulunmuş, tanışmışlar. Halim Bey tiyatro oyunlarını çok sever ve kendi kendine eleştiri yazıları yazarmış. Adalet Ağaoğlu’nun ilk oyunu sahnelenirken de onu yalnız bırakmamış. Adalet Ağaoğlu, eşi Halim Bey için diyor ki

Yalnız bana değil, tüm sanatçılara saygısı, sevgisi vardı. Belki benim de kadın olarak buna ihtiyacım vardı... Benim yazmama engel olsaydı sürdürmezdim. Zaten evliliğe karşı olan biriyim ve öyle evlendim.

Galiba Halim de benim yazar olmamı seçti... Aramızda bir dünya birlikteliği var.”

Halim benden çok, eserlerimi sevmiştir. Onun için bana dayandı; çünkü ben bir roman yazmak için evi, memleketi bile terk ediyordum. Halim’i bırakıp gidiyordum, bazen başka şehre de gidiyordum.”

Adalet Ağaoğlu, evlenince eşi üzülmesin diye ses etmiyor ama Ağaoğlu soyadına da pek ısınamıyor. Diyor ki:

Babam halk insanı, Ağaoğlu falan değil. Sadece kumaş tüccarı, kendisi de işçi gibi çalışan bir adam. Hele ben ömrüm boyunca çalıştım. Annem beni iyi bir ev kadını olarak da yetiştirdi.

Memurken evde misafirlere de bakınca, annesi, “Kabahat bende; ben seni böyle yetiştirdim” diyormuş Adalet Ağaoğlu’na. Çocukları olmamış, istememişler. Adalet Ağaoğlu, kalemini cesurca kullanmasını da çocuğu olmamasına bağlıyor.

Adalet Ağaoğlu çıkan her kitabının ilk nüshasını öncelikle eşi için imzalarmış. Adalet Ağaoğlu, bazı kitaplarını eşi Halim Ağaoğlu’na imzalarken ona hitaben Lacivertim diye imzalar ve kendi adı yerine de Kurşunî Adalet diye imzalarmış. Eşi Halim Bey de Adalet Ağaoğlu ile ilgili çıkan her yazıyı toplarmış, onun bir arşivini oluşturmuş. Adalet Ağaoğlu eşiyle ilgili bir anısını şöyle anlatıyor:

Tiyatro tarihi yazarı Refik Ahmet Sevengil (Çalıkuşu’nun Feride’sindeki babacan Hayrullah Bey Feride’yi nasıl korumuşsa, radyo/oyun yazarlığı zamanlarında da Adalet Ağaoğlu’nu koruyan ve destekleyen kişi), bir gün Adalet Ağaoğlu’nun kocası Halim Bey’i çağırmış, demiş ki: “Bak Halim oğlum, her genç kız evlendikten sonra bütün yeteneklerini kaybediyor, dikkat et Adalet öyle bir kız değil, onun yazmaya merakı var ve çok iyi yapıyor bu işi. Söz ver onun yazmasına engel olmayacaksın.” Halim Bey bunu, Adalet Ağaoğlu’na sonradan anlatmış. Ama Halim Bey’e bunun söylenmesine hiç gerek yokmuş. Halim Bey, Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığını onun erkek kardeşlerinden daha çok benimsemiş. Kardeşleri Adalet Ağaoğlu’nun başına bir şey gelir diye korkuyorlarmış. Kocası ise hep destek olmuş. Hatta yazdığı bütün oyunlarını seyredip notlar alıyormuş. Adalet Ağaoğlu diyor ki, “Demek ki edebiyata, yazarlığa karşı bir eğilimi vardı”.

Feridun Andaç, Halim Bey’i de tanıdıktan sonra evlilikleri ile ilgili Adalet Ağaoğlu’na demiş ki “Halim Bey bir bahçıvan. Size yazabileceğiniz bir bahçe hazırlamış, siz de özgürce okuyup yazmışsınız.” Adalet Ağaoğlu da “Evet” demiş. “Zaten öyle olmasaydı, bu evlilik yürümezdi.”

Göç Temizliği kitabında Adalet Ağaoğlu, eşi Halim Bey’in varlığının ona güç verdiğinden şöyle bahsediyor:

İnsana güvenimi ne zaman yitirecek olsam, Halim’in varlığından ötürü derlenip toplanmak, o güveni yeniden bulmak zorunda kalırım….. Onu sık sık, olmayan bir dünyayı bizlere varmış gibi gösteren düş ustalarına benzetirim.”

Yazı Yazma Serüveni

Hayatında gördüğü ilk yazılı şeyler, dedesinin evdeki gazeteleri, dergileri. “Okuma yazma bilmezdim, ama o halimle bunları okurdum” diyor. Edebiyat dünyasına ilk olarak 1946 yılında öğrenciliği sırasında yazdığı, Ulus Gazetesi’nde yayımlanan tiyatro eleştirileri ile giriyor. Şiirler de yazıyor. İlk şiiri “Gölgeler” 1948’de Kaynak Dergisi’nde çıkıyor. Nurullah Ataç’ın jüri başkanı olduğu Üniversitelerarası Şiir Yarışması’nda birinci seçiliyor. Bununla ilgili bir anısı var: Orhan Veli “Garip” kitabı çıktığında, ilk imzalı kitabı Adalet Ağaoğlu için “Genç şair Adalet Sümer’e” diye yazarak göndermiş İstanbul’dan. Bu da onun için unutulmaz olmuş. Lise yıllarında ise herkes uyuduktan sonra roman denemeleri yazarmış. Canını dişine takıp üç gecede bir ortaya çıkarırmış. En güvendiği dört arkadaşına okuduktan sonra kimsenin eline geçmesin diye yırtar atarmış.

Üniversiteyi 1950’de bitiriyor. Önce öğretmen olabilmek için dilekçe ile Milli Eğitim Bakanlığı’na başvuruyor. Birkaç ay boyunca cevap gelmeyince, Ankara Radyosu’nun açtığı sınava giriyor ve kazanan 2 kişiden biri oluyor (1951). O arada, ‘Arkası Yarın’ları Adalet Ağaoğlu radyoya koymuş. Bazen oyunlar ısmarlarmış gelmezmiş. O da sabahlara kadar programı doldurmak için kendisi çalışır, oyun yazarmış. İlk radyo oyunu ise “Aşk Şarkısı”.

Adalet Ağaoğlu 1961’de dönemin koşullarından dolayı ve Meydan Tiyatrosu’nu kurmak amacıyla radyodan ayrılıyor. Kartal Tibet ve Çetin Köroğlu da konservatuarı yeni bitirmişler, Devlet Tiyatrosu’na girmişler ama onlar da oradan ayrılıyorlar. Adalet Ağaoğlu, Kartal Tibet ve Çetin Köroğlu birlikte Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan Meydan Sahnesi’ni kuruyorlar. Ancak 1963’te resmen perdelerini kapatmak zorunda kalıyorlar. Yine de bir kadının öncülüğünde Ankara’nın ilk özel tiyatro topluluğunun kurulması, büyük yankı yapıyor ve Adalet Ağaoğlu UNESCO’ya bağlı “Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) tarafından davet edilerek kuruma üye seçiliyor. 1964 yılında TRT’nin kurulunca Adalet Ağaoğlu’na çalışma teklifi geliyor ve bu teklif ile tekrar radyoya geri dönüyor.

1970’e kadar, neredeyse 20 yıl TRT’de oyun yazarlığı ve dramaturg görevlerini yürütüyor, Radyo Tiyatrosu Müdürü oluyor. Yazdığı Evcilik Oyunu adlı tiyatro oyunu, 1963-64 sezonunda Ankara’da sahneleniyor ve onun ünlenmesini sağlıyor. Adalet Ağaoğlu, o zamanlar “sanat yaygın değil, kültürel düzeyimiz düşük ya…. radyo ve yayıncılıkla topluma daha faydalı olabileceğime inanıyordum” diyor.

O yıllarda Sevgi Soysal da Ankara Radyosu’nda çalışıyor. Her ikisinin yazıları arasında bir paralellik var. Her ikisi de romanlarında kadın/birey özgürlüğü, birey-toplum ilişkisi, uyum/uyumsuzluk, toplum eleştirisi izleklerini takip ediyorlar. İkisinin de yazar olmaları ve aynı yerde çalışmaları birbirlerinin yazı dokularını etkilemiş olmalı. Bu arkadaşlık için Adalet Ağaoğlu diyor ki:

Birbirimize neler yazdığımızı anlatırdık, çok yakındık. Şununu beğendim, bununu beğenmedim diyebiliyorduk, tartışabiliyorduk.” 

Sevgi Soysal aynı zamanda Meydan Sahnesi’nde Haldun Dormen’in yönettiği Zafer Madalyası adlı oyunda sahneye de çıkmış ve çok başarılı olmuş. İkinci evliliğini yaptığı Başar Sabuncu ile de öyle tanışmış.

Adalet Ağaoğlu bu dönem için diyor ki:

Hayatla sanat arasındaki asıl büyük çelişkiyi üniversiteyi bitirdikten sonra çalışmaya başladığım Ankara Radyosu’nda ve bunun süreği olarak TRT’de geçirdiğim yıllarda yaşadım” … “Acaba ben toplumu aydınlatmaya radyo yayınları yoluyla mı katkıda bulunabilirim, yoksa yazdığım kitapların yayınlanması yoluyla mı” diye düşünüyor. “Okur/yazarı çok az olan bir toplumda insanımıza parayla satın alacağı kitap yerine, her evde bulunan radyonun sesiyle ulaşmak daha iyi,  gibi bir ikilem içinde bir yandan evi çekip çevirirken; geceleri sabahlara kadar radyo metinleri yazıyor,  radyo,  sahne oyunları yazmaya çalışarak günlükler doldurup duruyordum…”

Muhsin Ertuğrul’un keşfiyle tiyatro oyunu yazmaya başlıyor. Çatıdaki Çatlak adlı tiyatro oyunu oynanmaya devam ederken, sakıncalı bulunup sahnelenmesine son veriliyor.  TRT’deki Radyo Dairesi Başkanlığı görevinden 1970’de istifa ediyor. Sonrasında 1971 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın-Yayın Yüksekokulu’nda tecrübelerine dayalı olarak “metin yazarlığı” dersi vermek üzere anlaşmalı şekilde yüksekokulda ders veriyor, ders notları çıkarıyor.

1973 yılında ilk romanını çıkarıyor. Bunu da şöyle anlatıyor: “Bizde kimse tiyatro oyunu okumuyor, oyun ancak oynandığı zaman var oluyor.” Onun için kendi kendine demiş ki, “Adalet, roman yaz, ona dokunsalar bile kalır.” Böylece oyun yazarlığından gelme bir ustalıkla, hep sağlam ve epey gerilimli dramatik bir yapı kuruyor sonraki yazılarında. Söylemek istediği şeyi tiyatroda değil, romanda bulmuş. Bu nedenle roman yazmaya başlamış. Aradığı yeni anlatım biçimini tiyatroda bulabilseymiş, Ölmeye Yatmak tiyatro oyunu olarak çıkabilirmiş.

Yazarken kullandığı isimler

Evlenmeden önceki soyadı Sümer olduğu için evlenmeden önce Adalet Sümer, evlendikten sonra Adalet Ağaoğlu isimleri ile yazıyor. Üniversite öncesi öğrenciliği sırasında Ulus Gazetesi’ne yazdığı hikayeleri takma adla yazmış. Buradaki takma adlar; Remüs Telada, Adalet Sümer’in tersten okunuşu ve Parker Quinck. Parker Quinck ismi de Parker ve Quinck marka mürekkep markalarından geliyor.

Onun için yazı

Yazı ile ilişkisini “arkadaşlık” olarak tanımlıyor. Ama “Bu öyle bir arkadaşlık ki insan bir kere başladı mı duramıyor. Yazmak, su içer gibi içimden geliyor hep” diyor.

Yazı Anlayışı

İnsanın hep merkezde olduğu bir edebiyat anlayışını benimsemiş. Bu düşünceyle kendi okur kabilesini adım adım yaratmış. Özellikle ilk romanı Ölmeye Yatmak, başta Fethi Naci gibi eleştirmenler tarafından çok eleştirmiş. Ama sonraki romanlarında desteklemişler. Ölmeye Yatmak çok eleştirilmiş ama çok ödül almış bir roman.

  • Yazdığını tekrarlamayı sevmiyor, tutan yazı ile değil de, bunun devamının bir gelişme ile gelmesini tercih ediyor. 
  • O dönemlerde popüler olan köy edebiyatına kendini uzak buluyor. Adalet Ağaoğlu’nun yazarlığa başladığı 1950’li yıllarda Türkiye’de hızlı bir köyden kente göç akımı başlıyor. Türkiye’deki bu iç göç, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlanıyor. Bu yüzden yazısında, çok daha büyük bir kesimi temsil ettiğini düşündüğü kentteki köyü anlatmayı tercih etmiş.

Bunu yazarken de bilindik yazı biçimlerini değil de yeni yazı biçimleri bulmayı tercih etmiş.

  • Kendisine kadın yazar diye hitap edilmesini sevmiyor. Diyor ki “Yaşar Kemal’e erkek yazar diye seslenilmiyor.” Aslında edebiyatçıları  ‘kadın’,  ‘erkek’ diye ayırmak yerine; yazar cinsi denmesini daha bütünleştirici buluyor.
  • Genelde yazarlar yazı hayatlarına önce hikaye ile başlar, sonra romana geçer. Adalet Ağaoğlu’nda bu tersine olmuş. Önce romanla başlamış, sonra hikayeler yazmış. Türkiye’de roman yazdıktan sonra öykü yazan ilk kişi, Adalet Ağaoğlu.
  • Romanlarının ironi yüklü ve ağır olduğu söyleniyor. Romanlarında, “İntihar izleği” öne çıkıyor. Bu intihar  izleği de hep  ‘aydın hesaplaşmaları’  üstüne. Hikayeleri ise romanlarına göre daha umut aşılayıcı. Bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Hikâyeyi başından beri hep küçük bir olguyu, parodik bir hali ANLATMAK diye  anlamışımdır…. Tabii bu arada yazarın içindeki muziplik yanı da hesaba katılmalı.  Ben üç erkek kardeş arasında tek kız çocuğuyum. Biz dört kardeş babamızı açık açık eleştirmediğimiz için onun oturup kalkmasına kadar her şeyini gülünçleştirirdik;  bütün söyleyip ettiklerinin bir gülünç yanını bularak kıkırdaşırdık. Hikâyelerimde görünen acılı neşe böyle bir alışkanlıktan da ileri gelebilir. Kısaca şöyle de diyebilirdim: Hikâyeler anlatılır, romanlar okunur.” 
  • Adalet Ağaoğlu’nun yazın dünyasının en önemli özelliklerinden biri de bilinçaltı tekniğiyle kahramanlarına yön veren anları öne çıkarmak ve bu yolla farklı zamanları hatırlatarak kahramanının yaşamöyküsü çizgisini oluşturmak. Mesela: Fikrimin İnce Gülü’nde Bayram 5-6 yaşlarındayken, köylerine son model arabayla gelen milletvekilini köy halkının nasıl karşıladığına tanık oluyor; toplumda söz sahibi olmayı lüks bir arabayla özdeşleştiriyor ve tüm hayatını buna göre şekillendiriyor.

Her yazdığım kitap, bir öncekinin eleştirileriyle doludur” diyor. Yani her bir roman bir öncekinin sunduğu problemleri çözümlemeye ve geliştirmeye çalışıyor. Bunun için romanlarında:

  1. Olay örgüsünü yaratan, dışta hep kuvvetli bir toplumsal-tarihi gerçeklik var (yani toplumsal gerçekçi dış dünya) ve,
  2. Bu gerçekliği tamamlayan ama aynı zamanda ona başkaldıran, onu aşmaya çalışan karakterler ve onların duygu yüklü, şiirli iç dünyaları var (yani şiirsel bir iç dünya). Bu iki dünya arasındaki bağ da statik/durağan değil, dinamik bir bağ/tartışmaya açık bir bağ. Örneğin; Fethi Naci bu durumu açıklamak amacıyla, Bir Düğün Gecesi için; Roman kişileri hem yaşayan kişiler hem de toplumsal anlamı, toplumsal niteliği olan kişiler.

Çok sorgulayıcı bir insandı, Onun en gerçekçi iki romanından biri Fikrimin İnce Gülü, diğeri Ölmeye Yatmak’tır. Ama romanlarına topluca bakarsak, tek bir roman yazmıştır diyebilirim. Yani karakterler farklı olsa da birbirine yakın dururlar. Bir Türkiye Hikayesi…”

Feridun Andaç

DAR ZAMANLAR

Dar – Çünkü ele alınan zaman kısa – Hem de dönem olarak sıkıntılı ve zor zamanlar ele alınıyor. Adalet Ağaoğlu’na göre bütün bir dünya tarihine göre insan hayatı çok kısa bir parça ve romanın zamanı doğal olarak, her zaman zaten “dar” bir zaman.

Onda zaman boyutu çok kapsamlı, en az 3 dereceli (Sibel Erol’un da dediği gibi): 

  1. Romanın arka sahnesini oluşturan en az 20-30 senelik bir dönem
  2. Romanlardaki olayların geçmesinin aldığı zaman ve 
  3. Son olarak, “An”.

Adalet Ağaoğlu, travma anlarının romancısı; Adalet Ağaoğlu bu anları, kırılma anı olarak adlandırıyor. Roman yazmaya olabilecek en kısa sürenin, ân’ın anlatımını gerçekleştirmek amacıyla başladığını söylüyor.  İlk kitabımdan başlayarak hep insanın zamanla ilişkisini yakalamaya çalıştım. Örneğin Ölmeye Yatmak, Bir Düğün Gecesi ve Hayır…’dan oluşan üçlememe ‘Dar Zamanlar’ adını verdim, çünkü bu kitaplarda öznel olarak son derece geniş, ama nesnel olarak çok dar zaman dilimleri ele alınıyor.

Adalet Ağaoğlu sadece bu üçlemede değil, diğer romanlarında da bu dar zamanları yazmış: Savaş yılları ve sonrası, toplumsal hareketler vb. Çünkü Adalet Ağaoğlu’na göre bu daralma hem yazınsal hem fiziksel hem de düşünsel ve ruhsal bağlamda bir daralmayı” çok iyi kavrayan bir adlandırma. Jale Parla Adalet Ağaoğlu’nun bu Dar Zamanlar’ı için diyor ki: “Kriz anlarında yoğunlaştırdığı anlatılarıyla, saatin tik takları arasındaki o tanımlanamaz anın insanın varoluşundaki önemini anlatır.” Jale Parla’nın vurgusuyla, toplumsal ve-bireysel kriz anları birbiriyle örtüşüyor.  Yani karakterler bir bireysel kriz içindeyken, arka planda eş zamanlı olarak toplum da bir kriz yaşıyor. Adalet Ağaoğlu da bu anlar için şöyle diyor: “Yan yana dizilebilen, üst üste yığılabilen, her biri ötekinden çeşitli uzaklıklara konulabilen, kırılmış, kaygan zaman parçaları.” Adalet Ağaoğlu’nda en belirgin acı 🡪 zamanın geçişinden duyulan acı. Zamanı dondurma ve durdurma arzusu içinde. Bu da mümkün olmadığı için, “an”ları yakalamaya çalışıyor.

Dar Zamanlar aslında bir üçleme ve üçlemenin ilk romanı Ölmeye Yatmak (1973). Bu ilk romanı yazmaya başlamadan önce, 29 Ocak 1969’da günlüğüne şöyle bir not almış: “Son yıllarda romanlarımız birbirini tekrarlıyor. Anlatım biçimleri de sıkmakta beni. Bugünün romanı alışılmışın dışında bir şey olmalı. Cumhuriyet’in ilk, ikinci kuşakları, bir ideolojinin emirerleri…” Bu romanın devamı Bir Düğün Gecesi (1979) ve Hayır… (1987). Bu üçlemede “Zaman” en önemli figür. Ve bu romanların hepsi de Adalet Ağaoğlu’nun kastettiği kaygan zemin parçalarıyla veya kriz anlarıyla başlıyor. Ölmeye Yatmak, Aysel’in intihar etmek üzere bir otel odasına kapanması ile başlıyor. Bir Düğün Gecesi, Tezel’in “İntihar etmeyeceksek içelim bari” sözüyle başlıyor. Hayır…’da da Aysel “entelektüel intiharları üzerine bir araştırma yapıyor. Bu kitaplar aynı zamanda Cumhuriyet döneminin toplumsal kesimler üzerindeki etkilerini de irdeliyor. Bunlara 2014 yılında yazdığı Dert Dinleme Uzmanı kitabı da eklenince, üçleme, Adalet Ağaoğlu tarafından dörtleme olarak adlandırılıyor.

1. Ölmeye Yatmak (1973)

Bu roman, Adalet Ağaoğlu’nun kendiyle hesaplaşmasının “ilk” ürünü; aynı zamanda roman kahramanı Aysel’in de kendisiyle yüzleşmesinin ve hayal kırıklıklarıyla hesaplaşmasının; bir anlamda bireyselliğini kanıtlamasının hikayesi. Yaşadığı devrin çelişkilerini yaşayan tipleri yazmış. Ölmeye Yatmak’ta söylediği gibi: “İçten dışa, dıştan içe; dünden şimdiye, şimdiden yarına paslaşmaların yankısı, bir ses alaşımı” olarak yazmış. Aysel, Ölmeye Yatmak kitabında geçenler için, “Yılan gömleği değiştirir gibi ölmeye yattım” diyor üçlemenin son kitabı Hayır…’da. Onun ifade etmek istediği biçimde, gelecekle dayanışmaya girişiyor.

Kitap 60’lı yılların sonlarında yazılmış ama yayımlatacak bir yayınevi bulamamış; kapılar hep yüzüne kapanmış. Sonunda bir yayınevi basabileceğini söylemiş ve dosyayı almış. Ama roman uzun süre beklemeye rağmen basılmadığı gibi, dosya bir de yayınevinde kaybolmuş. Adalet Ağaoğlu bir rastlantı sonucu dosyayı Oğuz Atay’da bulmuş. Oğuz Atay’da olmasının sebebi de şuymuş: Adalet Ağaoğlu, başka bir yazara romanının denetlettirilmesini istemiyormuş, yayınevine de böyle söylemiş. Oğuz Atay’a dosyanın neden onda olduğunu sorduğunda ise Oğuz Atay “Okuyup fikrimi söylemem için bana verildi” demiş. Çok sıkıntılı bu süreçten sonra, roman nihayet 1973’te Remzi Kitabevi’nde basılmış. 

Romanda başkarakter Aysel, hiçbir yönteme başvurmadan, yalnızca ölmeye karar vererek bir odada ölümü bekliyor. Kitap, bu açıdan da ilginç. Aysel, gönlünün istedikleri ile sorumlulukları arasında kalmış bir karakter olsa da, sorumlulukları hep ağır basmış.  Romanın başında otel odasına girerken son derece kararlı, odada geçirdiği zamanda kafası karışmış ve odadan çıktığında itaatkar (Adı romanda belirtilmese de Aysel’in 16. kattaki odasına çıktığı otel ise, zamanın tek 5 yıldızlı oteli olan Büyük Otel). 

Bu gidişata paralel anlatıda, yakın tarihimiz, kişilerin tek tek omuzlarına yüklenen misyonlarla irdelenmiş. Özellikle başlarda Aysel’in ilkokulda arkadaşları ile Cumhuriyet’in 15. yılında sahneledikleri, gelecekte seçecekleri “Meslekler”i canlandırdıkları piyes, adeta Aysel’in tüm hayatına yön verecek ilkelerin temelinin atıldığı bir boyutu temsil ediyor. “Benim değil ama bir dönemin yazdığı romandır” diyor Adalet Ağaoğlu bu kitap için. Ama bir söyleşisinde de şöyle diyor “Her ilk roman, biraz otobiyografiktir derler.” 

Romanın Ankara’sı, Adalet Ağaoğlu’nun aynı yıllarda yaşadığı Ankara. Fethi Naci, Adalet Ağaoğlu’nun bu romanı, dönemi belgeleme tutkusu içinde yazdığını söyleyerek, toplumsal gerçekleri anlatma kaygısıyla anlatıyı zedelediği yönünde eleştirmiş. Romanı yazmaya yöneldiği yıllar,  1958-1959 yıllarına ve o döneme yönelik duygu ve düşüncelerini yazma isteğine denk geliyor. Füsun Akatlı’nın deyişiyle “bir bilinçlendirme romanı” yazmış. Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak’ta, Cumhuriyetin ilk kuşağının yaşadığı kültür ikilemine ve kadın özgürlüğü üzerine eğilmek istemiş. “Türkiye Cumhuriyeti’nin doğu-batı gibi iki kültür arasında sıkışıp kalmasını,  teşhis edip ameliyat masasına yatırmayı sahne oyunu olarak yazamazdım” diyor. Türk modernleşme hikayesini anlatmak istemiş. Doğu-batı çatışmasına değil de aydının ya da halkın Batı karşısında hissettiklerine odaklanarak yazmış. Aynı zamanda romanda eski genç ile yeni gencin yüz yüze geldiği şu an’a bakma ihtiyacı duymuş.

Roman toplam 1 saat 27 dakika sürüyor (07:22-08:49). Bu 1 saat 27 dakika aslında anlatı zamanı. Ama roman kahramanı Aysel, geçmişiyle bağlantılar kurarak olayları bugüne getiriyor; roman iki zaman düzleminde ilerliyor. Aslında bağlantılar kurduğu süre de 1938’den 1963’e kadar olan 30 yıllık bir zaman dilimi. Romanı okuyunca anlıyorsunuz ki, Adalet Ağaoğlu tam bir “geriye dönüşler ustası.” Belgesel roman da denilebilir. Adalet Ağaoğlu, o günün atmosferini ve dilini bulabilmek için günlerce Milli Kütüphane’de eski Ulus Gazetelerini taramış. Mesela: 1938’de ilkokulu bitirmiş çocuğun dili nasıl olur, dünyada neler yaşanıyordu, hangi ortamda çocuklar büyüdü, bunu aramış. Bu romanın yaratım aşamasında günlüklerinde diyor ki “Alışılagelmiş biçimi tersyüz etmeliyim. Derinlik boyutunu gözden kaçırmamalıyım” (23 Haziran 1969). “Klasik ya da romantik roman anlayışına karşı romanımızda yeni bir kapı açma cesareti” olarak değerlendiriyor bu ilk romanını.

Bir röportajında “Postmodern nedir bilmiyordum” diyor Adalet Ağaoğlu. “…bilmeden, Ölmeye Yatmak’ı yazdım. Çünkü klasik, tek boyutlu romandan bıkmıştım. Mimari gibi roman da çok boyutluluk ister. Bu ilk romanımda, anlatının bütün türlerini kurmak istedim” diyor. Ayrıca romanlarda diyalog bolluğundan çok şikayetçiymiş. “Arayışım hiç bitmiyor. Eğer bir kitapta düşündüklerimin hepsini yazabilseydim, ondan sonraki kitap gelmezdi” diye ekliyor. 

Bu kitabı yazdığı sırada Kemal Tahir’i evinde ziyaret etmiş. Adalet Ağaoğlu anlatıyor: “İnsan olarak Kemal Tahir ne kadar sevgi dolu. Rahatsızlıklarına rağmen beni şefkatle karşıladılar. O sıralarda ne yaptığımı, neler yazdığımı sordular.”…..“Ölmeye Yatmak diye bir roman yazıyorum; bitmek üzere” diye mırıldandım. Merakla:  “Ne üstüne, nasıl bir şey?” dediler. Nedense, şöyle bir diklenerek: “Türkiye Cumhuriyeti’ni ameliyat masasına yatırdım; orasını burasını yoklayarak insanlarımızı nasıl olup da daralmaya, neredeyse psikolojik bir bunalmaya itmesinin teşhisine sıvanmış bulunuyorum,” dedim.  O zaman gösterdiği ilgi nasıl büyük bir ilgiydi, anlatamam! Önündeki küçük masaya vura vura:  “Bana bir kopyesini gönderir misiniz? Gönderin lütfen”  dediler.  “Yayınlayacak bir yer arıyorum efendim. Baştan sona yeniden gözden geçirdiğim şekliyle size kitabını gönderirim,” diyebildim. Ama kitabı yayınlayacak yer bulması, Adalet Ağaoğlu’nun 2 yılını almış… Kemal Tahir 1973’te vefat edince, ona gönderememiş. “Yanar yanar buna yanarım” diyor.

Erol KöroğluDar Zamanlar kitaplarının her bir cildinin bize Aysel’in zihninden aktarıldığını düşünüyorum” diyor. Örneğin Aydın’ın günlüğü, Aydın tarafından yazılmış düşüncesi oluştursa da, Aysel’in zihninden Aydın’ın gelişimini aktarıyor gibi – Bir yerde Aydın günlüğünün girişi şöyle sonlanıyor, “Bugün ‘etre’, yani ‘olmak’ fiilinin çekimini öğrendik: Je suis, tu es, il est, nous…” Hemen sonraki sayfada ölmeye yatmış Aysel’in ilk satırdan itibaren şunları düşündüğünü görüyoruz: “Ben… im, sen… sin, o… dur, biz… Biz’iz. Biz olduk. Ne olduk? Nous sommes cultives. Yetiştik, büyüdük,  kültürlü olduk.” Bu Aydın’dan Aysel’e geçiş, Aydın’ın günlüklerinde de Aysel’in zihninde olduğumuza bir kanıt gibi. Aysel, tıpkı yaşamında yeri olan diğerleri gibi Aydın’ı da, onun gelişimini de gözünün önüne getiriyor.Ölmeye Yatmak, bireyin özgürlük alanlarını/kökenlerini irdeliyor. Eğer bu bakışla okunursa, Dar Zamanlar da anlam kazanıyor. Mahrumiyet, sıkışıp kalmışlık, zaman sorgusu, benlik arayışı da Aysel’de simgeleşiyor. Adalet Ağaoğlu diyor ki: “Yarınki zamana bırakarak yazdım bunları.

2. Bir Düğün Gecesi (1979)

Adalet Ağaoğlu’nun çıktığı sene tüm büyük ödülleri toplayan, en çok akılda kalan ve en çok satan eseri. Fethi Naci’nin deyişiyle “Karanfilleri, gülleri, glayölleri aşarak Anadolu Kulübüne girebilen sarı kır çiçeklerinin de romanı”. Bu sarı kır çiçekleri adeta düğündeki yalan ve sahteliğe karşı, şefkatin ve insan sevgisinin bir simgesi gibi. Berna Moran, Adalet Ağaoğlu’nun, bu romanı sadece bir araç olarak görmediğini, amaç-araç dengesini yakaladığını söylüyor. “Bu romanda yazar, sanatı, toplumsal malzemesini aktarma yolunda bir araç olarak kullanma eğilimiyle; malzemesini bir sanat yapıtı yaratma yolunda bir araç olarak görme eğilimini bir denge içinde tutmayı başarmıştır” diyor. Bu romanın da anlatı zamanı tıpkı Ölmeye Yatmak gibi kısa bir süre içinde gerçekleşiyor. Aysel’in yeğeni Ayşen’in düğün gecesindeki birkaç saat. Ama Adalet Ağaoğlu yine geçmişle geleceği birleştiriyor, puslu bir geçmişten puslu bir geleceğe uzanıyor anlattıkları.  Zamanın ağırlığı bu romanda daha fazla. Bu roman, o zamanın yazarının bir özeleştirisi gibi de okunabilir.

Aysel bu sefer fiziken romanda yok. Düğüne katılmamış olsa da başkalarının bilincinde romanda varoluyor. Ancak Adalet Ağaoğlu burada bir tersine çevirme durumu ortaya koymuş. Aysel düğünde yok, ama anlatılan düğün, Aysel’in yargılayıcı varlığı ile onun bilincinden romana yansıyan bir düğün.

Aslında roman baştan sona iç konuşmalar üzerinden ilerliyor. İnsanlar birbirleri ile konuşamayacak kadar birbirine uzak, bir anlamda söylemek istediklerini ancak iç konuşmalarla dile getirebiliyorlar. Görünüşte mutlu, iç konuşmalarında mutsuz insanlar hepsi. Romanda konuşma yapan tüm kahramanlar, kendileriyle hesaplaşıyor, kendileriyle yüzleşiyor. Berna Moran bu iç konuşma tekniği için diyor ki

Adalet Ağaoğlu, “Bağımsız İç Konuşma Yöntemi”ni Türkiye’de ilk deneyen yazardır ve düğün salonunu bir sahne gibi kullanarak iç konuşma tekniğini tiyatro tekniğiyle birleştirmiştir.’ 

Adalet Ağaoğlu ile ilgili yapılmış ilk kapsamlı çalışma olan, Kolombiya Üniversitesi’nden Ellen Ervin’in 1988 yılında çıkan doktora tezinde yazdığı gibi Hemingway’in “zihni konuşma” dediği teknik, o zamana kadar olan tüm eserlerinde anlatının ağırlığını taşıyor (Aktaran Yüksel Topaloğlu).

Romanın odak noktasında ise; Aysel’in kız kardeşi Tezel, Aysel’in eşi Ömer ve Aysel’in yeğeni Ayşen’in yaşadıkları var. Tezel,  bulunduğu topluma yabancılaşmak zorunda bırakılan, hatta nihilizme sürüklenen ünlü bir ressam. İktisat profesörü Ömer de Tezel gibi yardım etmek istedikleri tarafından dışarıda bırakılıyor. Ömer romanda, olan biteni iç konuşmalarıyla en çok sunan-değerlendiren kişi. Bir anlamda romanda anlatıcının – yani yazarın- yerini alıyor. Ömer, salonda sanki bir kameraymış gibi. Algısına ve bilincine kim dahil oluyorsa; kim görüntü alanına giriyorsa, iç dünyası da ona göre şekilleniyor. Adalet Ağaoğlu diyor ki “Bir Düğün Gecesi’ne çok mercekli bir göz diktim: Ömer; düğünün gözlemcisi, ama gözünün değdiği her yüz, her durum, kulağının işittiği her söz, her tümceden “aksiseda”… Yansımalar.” Bu tekniğin adı “soliloquy (yani monolog).” Düğün kartının üzerindeki yazıları bile Ömer’in bakışıyla görüyoruz adeta: Sevmediği, Ayşen’e yakıştıramadığı damadın ismini sürekli karıştırıyor Ercan (yoksa Ertan mıydı?). Ayşen de, üniversitedeki arkadaşları gibi olmak isteyen, ama ailesinin imtiyazları dolayısıyla arkadaşları tarafından dışlanan biri. Üçü de burjuva-aydın kesimden. Ancak inandıkları uğruna uğraş verirken, küskün ve yalnız kalmışlar. Bu anlamda toplumun, aydın olan kesimi nasıl dışladığını da anlatıyor roman. Kitapta hiç kimse mutlu değil ve herkes kendi iç dünyasında kaybolmuş durumda. Romanda toplumun bir kesimi, uğruna savaştığı şeyi yanlış anlayıp uyguluyor, Ali Usta ise bu anlamda romandaki yegane olumlu kişi diyebiliriz. Aysel ise; kendisinden başka kimseye verecek hesabı bulunmayan, yanlışa da hazır bir Aysel. Romandaki karanlık ve umutsuz atmosfer, yine de yerini ümit verici bir sona bırakıyor.

3. Hayır… (1987)

8 ay Oslo’da kalıp bu romanı yazmış. Adalet Ağaoğlu bu roman için şöyle diyor “Aydın sorununu kafama taktım. “Hayır…”a kadar geldim”… “İçinde yaşadığımız ‘nükleer çağ’ın değerleriyle hesaplaşıyor bu roman.” Bir de ekliyor: “Her durumda özgür kimliğimizi koruyabilmek, ancak edimle (yani eylemle) söylenebilecek şu tek ve son söze bağlı: Hayır…”Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar’ının üçünde de olan intihar izleği, bu romanda bir başkaldırı, bir “Hayır” anlamında. İlk iki romanda ucu açık bırakılmış bazı olaylar, bu romanda sonuçlandırılıyor. Hayır… Aysel’in yaşamının son sözü denilebilir.

Günlüklerinde Hayır… için şöyle yazıyor: “ Kırık Zaman Parçaları’ da olabilirdi bu kitabın adı. Yok, yok. Bunun adı Hayır… Ünlemsiz cinsinden. Karşı duruş, ama slogan değil. Salt bunun için üç noktalı. Dingin-derin-içlerde yolculuk: Suskunluğun gücü (1986).” Roman karakteri Aysel diyor ki “Yeni bir yanlışa katlanabilirim, ama eskisine hayır”.

Ölmeye Yatmak’ta doçent olan Aysel, bu kitapta profesör olmuş. Ama yalnız. Sevdiği iki erkek de onu terk etmiş. Yaş almış bir aydın ve kadın olarak deneyimlediği ayrımcılığı ve toplumda yaş alma ile ilgili sorunları da irdeliyor. Aysel önceki yıllarda toplumca yargılanmış fakat yaşlılığında zararsız sayılan bir kişi olarak saygı görüyor bu kitapta. Kendisinin de farkettiği bir ikiyüzlülük bu. 

Ölmeye Yatmak, Türk insanının kendini inşasını anlatıyordu; Hayır… ise, hayatın sonuna doğru, hayatla ilgili başka kavrayışları da içeren, ilk kitapları da tamamlayan başka bir varolma biçimini anlatıyor.

Bu kitabın anlatı zamanı ise ilk ikisinden daha uzun, bir günü kapsıyor. Kitap, Sabah, Akşamüstü, Gece, Gündoğumu ve An olarak 5 bölüme ayrılmış. Ama roman dört kısma bölünebilir. İlk kısım olan Sabahta Aysel bir ödül töreni için hazırlanıyor. İkinci kısım Öğleden Sonra, yurt dışında çalışan Engin’in anılarına uzanıyor. Üçüncü kısım Gece, ödül törenine gelmeyen Aysel’i merak eden endişeli öğrencileri üzerinden anlatılıyor. Bu bölüm muğlak. Son bölüm Öğlen ise Aysel’e tekrar geri dönüyor ve roman “An” ile bitiyor. Romanda anlatım, geriye dönüşler-ileriye atlamalar, yaşananlar-yaşanmamış (ama düşlenmiş olan)lar şeklinde sarmal bir döngüyle kurgulanmış şekilde. Ama bu dönüşler hep bir gelecek perspektifi içinde. 

Bu romanda Tutunamayanlar’daki Olric gibi Yenins’le sürdürülen diyaloglar var. Yenins, Yeni İnsan demek; yani gelecek, “umut.Semih Gümüş’e göre Yenins “öteki”. Yani yaşamın öteki yüzü, insanın, geleceğin öteki yüzü. Henüz var olmasa da, gelecekte olması mümkün olan yeni gençlik. Aslında önceden Engin’de olduğu gibi gelecekle olan bağlantıyı ve umudu ifade ediyor. Layana ise, karamsarlığın, intiharın simgesi, Aysel’in intihara dönük yüzü. Yenins ve Layana birbirinin karşıtı, anti tezi gibi. Her ikisi de hayali karakterler. 

Aysel bu romanda bütün seçeneklerden yoksun bırakılmış, belirsizlik içinde. Kriz yoksa seçenek yok, seçenek yoksa değişim de yok; Aysel için değişim yoksa benlik de yok. Geriye Aysel için bir tek şey kaldığının mesajı veriliyor. Roman bir muğlaklık içinde bitiyor. Aysel’e ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak sonunda Aysel’in seçtiğinin yeni gençlik, yeni gelecek olduğunu anlayabiliyoruz.

Hayır… romanında Aysel için aydın olabilmenin, hatta “kendi” olabilmenin ön koşulu; umudun da ötesinde, vazgeçmeyen bir inat. Aysel kadın, aydın, yaşlı ama en çok da,  inatçı

Adalet Ağaoğlu, bu üçlemesiyle “Bir kuşağa, yaşamı evetlemek için, kendini seçmenin ve özgürleşmenin hayır’larını bulup söylemek ve hayata geçirmek adına yol açıcı ve ilham verici” oluyor.

Dar Zamanların Aysel’i: Kendisini arayan, ama kendisiyle bir türlü barışık kalamayan baş karakter; Aysel hem gerçek hem bir simge.

  1. Adalet Ağaoğlu’nun Aysel’inin, çağdaşı olan Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi diğer yazarların roman kahramanlarından farkı, “sorumluluk” hissinin ağır basması. Diğer yazarların karakterlerinde ise “kaçış” var. Özellikle Hayır… romanında da izlerine çok sız rastladığımız Albert Camus’nün düşündüğü gibi “Yaşama devam kararı aldıktan sonra artık bir sorumluluk üstlenilir ve yaşama devam edilir.” Aysel’de de hep bir görev bilinci öne çıkıyor. Onun “insan olabilirse, toplumuyla mutlu olabilir” görüşü okuruna iyi geliyor.
  2. Aysel, Dar Zamanlarda kilit bir konumda. Aysel Batılı olmakta zorlanıyor, ama Doğulu da kalamıyor. Sık sık kendiyle dalga geçiyor, kendini eleştiriyor. 

Bir de Adalet Ağaoğlu’nun 1977’de yazdığı “Romanlarımızda Aysel” başlıklı bir yazısı var. Bu yazıda, 1930’larda kız çocuklarına koyulan isimlerde “Sel, Ten, Gün,..” gibi tamlamaların batılılaşmayı, uygarlaşmayı ve bunun yanında öz Türkçeciliği belirleyen işaretler olduğunu yazıyor. Roman kahramanına Aysel ismini bu bilinçle, Aysel’in doğduğu kuşakla, kendinden önceki kuşağın ilişkisini yansıtacak şekilde koymuş olduğu anlaşılıyor.

  1. Aysel içinde birden çok Aysel var, birden çok ses var. Bunlardan biri de yazar Adalet Ağaoğlu’nun otobiyografik “ben”i. Hayatına da baktığımızda, Aysel, kaçınılmaz olarak biraz da Adalet Ağaoğlu. Dar Zamanlardaki esas sorun, birey olmak üzerine temellendirilmiş. Aysel de modernleşme sürecinde bireyselleşemeyen, kendi sesine kavuşamayan, bu yüzden de yaşamını bu içindeki ses çokluğuyla sürdürmek zorunda kalan bir birey aynı zamanda. Yaşamında hep aydın olmakla – kadın olmayı birleştirmeye gayret ediyor. 
  2. Aysel’in ilk romandan son romana kadar en büyük kuvveti, denemeye devam etmekteki inadı. Yine 3 kitapta da değişmeyen şey, Aysel’in başkalarının gözündeki imajı ve bu imajın onun zihnindeki ideal aydın imgesiyle uyumlu olup olmadığını hâlâ önemsemesi… 

Adalet Ağaoğlu, bazı kişilerin Dar Zamanlar kitaplarını Batılı yazarların kitaplarına benzettiğini üzülerek anlatıyor. Örneğin: 

  • Ölmeye Yatmak, Faulkner’ın Döşeğimde Ölürken (As I Lay Dying) romanına benzetiliyor. 
  • Bir Düğün Gecesi, Aldous Huxley’nin Ses Sese Karşı romanına benzetiliyor

 (Bunu iddia eden de Bir Düğün Gecesi’nin birincilik ödülü aldığı 1979­Orhan­Kemal­Roman­Ödülü’ne “Aksayan” adlı romanıyla başvuran, ama birinciliği alamayan Burhan Günel. Ancak Aldous Huxley’nin romanını çeviren Mina Urgan iki roman arasında hiçbir benzerlik görmüyor. İlkel, beceriksiz ve akıllara sığmaz yakıştırmalar karşısında duyduğu hayretin öfkeye dönüştüğünü belirten, Günel’in iddialarını tek tek ele alan ve aksini ispat eden bir yazı yazmış. Jürideki Füsun Akatlı da “İstediğiniz herhangi iki romanı alınız, bir karşılaştırma yapınız şeklinde, boş zamanı olan yazarlara, okurlara eğlenceli bir öneri” diye cevap veriyor. Çünkü Günel her iki romanda ortak olan cinayet, ya da hitap sözcükleri gibi benzerlikleri de örnek göstermiş. Adalet Ağaoğlu da diyor ki “Ben Ses Sese Karşı’yı okumak bir yana, görmedim bile, gibi bir ifade vermeye tenezzül etmedim, demek gerek. Gerçekten sıkıldım… Çünkü böyle iyi bir romanı bilmemenin, bir romancının ayıbı olduğunu düşünmüşümdür”); 

  • Hatta Dar Zamanlar Üçlemesi’nin tamamının, Samuel Becket’ın Üçlemesi’nden etkilenerek yazıldığını iddia ettiklerini hatırlatıyor ve Türkiye’de bir kadın olarak yazmanın zorluğundan bahsediyor Adalet Ağaoğlu. Bu sıkıntıyı şöyle dile getiriyor: “Kendine ait bir sese sahip olmak, insanları bu sesin kendine özgülüğüne inandırmak zorunda kalmak.”

Mahcup Kadavra adlı bir kitaba başlamış. Bu, Dar Zamanlar’ın 4. Kitabı olacakmış. Bilgisayar’da yazıyormuş. Bakmış daha önce yazdığı sayfa yok olmuş. “El yazısı olsa, deftere bakabilirdim” diyor.

4. Dert Dinleme Uzmanı (2014)

Dar Zamanlar’ın dördüncüsü olarak, üçlemenin sonuncu kitabı Hayır…’dan 27 yıl sonra yayımlanan bir nehir roman. Geçmiş anıları ve başkalarının yaşadıklarını anlatıyor. Kitapta bazı kelimeleri özellikle yanlış yazmaya gayret etmiş. Çünkü elle yazılmış bir defter, bilgisayar ile yazılmamış ve yanlışlar düzeltilmemiş. Bunlara dikkat ederek yazmış Adalet Ağaoğlu.

Fikrimin İnce Gülü

Bu kitapta, “Yatırım ömürlük olmalı” mesajını vermek istemiş. Tüketim ekonomisine karşı yapılmış bir roman olduğunu söylüyor ve 1950’li yıllar ile 1975’li yıllar arasında ülkedeki toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimleri irdeliyor. Roman aynı zamanda bir modernleşme eleştirisi. Öyle ki nesne, insan değerinin de önüne geçiyor.

Romandaki şimdiki zaman, ana karakter Bayram’ın Almanya’dan Ballıhisar Köyü’ne kadar araba sürdüğü bir günde geçmesine rağmen, olaylar geçmişle birlikte ele alınıyor. Romanın adı Fikrimin İnce Gülü, aslında bilinen bir şarkının adı. Romanın başkarakteri Bayram’ın hayatını değiştiren Ford’u gördüğü zaman kahvede çaldığını duyduğu şarkı. Aynı zamanda Kezban’ın büyük bir cesaretle ona plağını hediye ederek aşkını dolaylı yoldan itiraf ettiği şarkı. Oysa Bayram, Kezban’la evlenmek için varını yoğunu ortaya koyacağına, hayatını bir araba sahibi olmaya adıyor. Burada Kezban’ın kullandığı – onun hayat enerjisine, açık sözlülüğüne işaret olan – renkli eşarp, Hayır…’da da kullanılıyor.

Göç Temizliği

“Bu kitabı Ankara’dan İstanbul’a taşınırken, eşyalarının çağrışımıyla kendi anılarından yola çıkarak yazmış. Ama kurgusal da olduğu için anı-roman demeyi tercih ediyor. Burada öteki beni olarak yazdığı Fatma İnayet, Adalet Ağaoğlu’nun kendini sorgulamasında önemli bir yere sahip. İkincisini de yazıyormuş, adı Hiçbir Yer olacakmış. Ama kitabın “Boğaz Karşılaşmaları” bölümünü yazarken trafik saldırısı ile karşılaşmış. Daha da devam etmek istememiş.

Üç Beş Kişi (1984)

Ailedeki toplumsal cinsiyet rollerini, ailenin çocuktan beklediklerini konu edinen bir kitap. Kitabın şimdiki zamanı, 1980 yılı yazındaki bir gecenin birkaç saati. Ama roman, geçmişe dönüşler, iç konuşmalar ve anılarla ilerliyor. Okumaya çalışan kız çocuklarına verilen “Kardelen”in de isim anneliğini yapıyor aslında Adalet Ağaoğlu adeta bu kitapta. Buradaki bir kahramanın ismi olan Kardelen’i boşuna seçmemiş. Kardelen çiçeği nasıl üzerindeki kar tabakasına rağmen açabiliyorsa, romandaki Kardelen isimli kız da her türlü maddi, manevi, toplumsal engellere rağmen okumaya, çalışmaya ve ailesine bakmaya çalışan inatçı ve güçlü bir kişiliğe sahip. Kardelen, zorluğa direnç gösterme şeklinde metaforik bir anlamda kullanılmış.  Bu isim, Hayır… romanında da kullanılıyor. Romanda bir yaşam ağrısı içinde olan Kısmet de, ölmeye yatan Aysel’le çok benzer. Aysel, geçmişini hatırlarken, kendi kendisiyle savaşmasının sonucu ölmeyi başaramıyor; odadan dışarı çıkıp ilk adımını atarken “…kendimim yeniden büyütmek istediğim; saksısını çatlatmış” diyor. 

Romandaki karakterlerin isimleri hep bilinçli tercih edilmiş. Kardelen’e elini uzatan, duyarlı bir insan olan Tahir’in anlamı “temiz”. Yine romandaki Kısmet karakterinin isminin anlamı “kader”. Kısmet romanın ilerleyen aşamalarında yeni hayatında adeta tamamen kendi içinden fışkırıyor; adeta kaderini dönüştürerek yeni bir yaşama yöneliyor. Kısmet’in kardeşi Murat’ın anlamı “dilek, istek”, ama Murat isteklerini bir türlü gerçekleştiremiyor. Dayıları Ferit’in isminin anlamı “eşsiz, benzersiz”; o da iş adamı arkadaşlarının arasında, sadece kendi çıkarını düşünmeyen aydın fikirli bir iş adamı olarak ayrışıyor. Murat, Kısmet ve Kardelen’in hayatında önemli bir yeri olan Ufuk ise ismi gibi ilerici, aydın ve duyarlı bir insan olmasına karşın, kendi gelişimini kendi durduran biri olmak durumunda kalıyor.

Ayrıca Erol Köroğlu’nun da dikkat çektiği gibi Adalet Ağaoğlu, antika dükkanını ziyaret eden kadın yazar olarak romanda kendini gösteriyor. Yine bu kitapta “Okuduğum tüm romanlar sahici bir başlangıçla bitsin istedim” diye yazıyor Adalet Ağaoğlu. Gerçekten de kitaplarının sonu, kahramanlarının bir başlangıca doğru ilerleyişlerini okuyucuya düşündürecek şekilde bitiyor.

Geçmiş ile Bağlantı

Adalet Ağaoğlu’nun eserlerinde geçmiş hep önemli bir yer buluyor. Ama bu geçmişten bahsetme, geçmişe değinen çoğu yazarınkinden farklı (Mehmet Temizyürek’in ifadesiyle). Örneğin; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın geçmişle kurduğu ilişki, geçmişin yeniden yaratılarak bugüne getirilmesi özlemini de içeriyor. Adalet Ağaoğlu’nda hissedilen ise, ölü geçmişten silkinme duygusu. Geçmişin üzerimizdeki tortusunu, geçmişi kuranların çaresizliği ile de anlamaya çalışıyor; bu anlamda Virginia Woolf ya da Ingeborg Bachman’ın dünyasına yakın sayılabilir. Bu üç yazarda (yani Ağaoğlu, Woolf ve Bachman’da) yaşantı, iç deneyim ile ortaya çıkıyor; anlatı bunun üzerine kurulu. Oğuz Atay’a baktığımızda ise o,  ölü geçmişin silkelenmesini bile geç kalınmışlık olarak kabul ediyor.

Nasıl yazıyor?

Romanlarını kalem-kağıtla yazar, sonra bunları daktiloda temize çekermiş. Roman yazarken yoğunlaşmak gerektiğini düşünüyor. Bilgisayarda ancak günlük yazıyormuş, bilgisayarla romana odaklanamadığını söylüyor. İlk 30 sayfayı devamlı yazarmış, yırtar yine yazarmış. Çünkü yazıda aradığı, müzikalite. Onun eserlerinde kronolojik olmayan bir süreç takip edilse de bu okuyucuyu yadırgatmıyor, metninin bir iç müziği var. Arşivleri tarıyor, çünkü asıl doğru bilgiye başkalarının aktardıkları raporlardan değil de kendi ulaştığı kaynaklardan ulaşmaya çalışıyor. “Damla damla yazdım” diyor. Yazdığı günlüklerinin adı da Damla Damla Günler. Yeni bir roman yazarken Türkiye dışında bir ülkeye giderek, orada konsantre olmuş bir biçimde yazıyormuş. Önemli olan yazılacak olan değil, nasıl yazılacağı onun için. 

Bazıları başkalarının yanında da yazabiliyor. Ben mutlak bir yalnızlık istiyorum. O yalnızlık seçimim karakterimde de var. Ben, içimde tek başıma dolaşmadan bir şey yapamıyorum…. İç sesimi dinlemeden yazamam.”

Ayrıca “Roman ve hikayelerimde laf bolluğuna, gevezeliklere rastlayamazsınız” diyor. Bunu da tiyatro yazarlığına bağlıyor. Çünkü oyunun zamanla sınırlı olduğunu,  yazarken ekonomik olmak gerektiğini vurguluyor.

Etkilendiği Yazarlar

Tolstoy, Flaubert, Çehov, Stendhal. Ama en çok Elias Canetti. “Ben kendimi onda buluyorum….. Genellikle kimden etkilendiğimi bilmem, ama Canetti ile, sanki ben neyi yazıyorsam o da onu yaşıyor gibi bir özdeşlik kurdum aramda…. Sanki benim dünyamdan yazıyormuş gibi…Sanki o benmişim gibi geliyor bana” diyor.

Ödülleri

  1. Üç Oyun” eseriyle 1974’te TDK Tiyatro Ödülünü, 
  2. Yüksek Gerilim” ile 1975’te Sait Faik Hikaye Armağanını, 
  3. Bir Düğün Gecesi” ile 1979’da Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülünü, 1980’de Orhan Kemal Roman Armağanını ve Madaralı Roman Ödülünü kazandı. 
  4. Çok Uzak Fazla Yakın” ile 1992’de Türkiye İş Bankası Edebiyat Büyük Ödülünü, 1995’te Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü, 
  5. Romantik Bir Viyana Yazı” ile 1996’da Aydın Doğan Vakfı Edebiyat Ödülünü, 1997’de NTV Yılın Yazarı Ödülünü, 1999’da ise Aziz Nesin Ödülünü aldı.

Hikaye-Öykü ayırımı

Öykü yerine hikaye demeyi tercih ediyor. “Çünkü öykü sözcüğünde, hikaye sözcüğündeki gibi çok boyutluluk, yapılana aidiyet belirten bir anlam yok. Hikaye sözcüğü, anlatılanı da kapsıyor” diyor.

Roman Karakterleri

Bilerek yazdığım kimse yok. İşime yarayacakları uyduruyorum. Benim romanlarım bir anın romanlarıdır, birden bire kafama bir şey düşer, bu aydınlanma zamanıdır. Ondan sonra onun peşine düşerim” diyor.

Romanlarının sonu

Eserlerinin sonunu, hep ucu açık bırakıyor. Bununla ilgili de diyor ki “Kesin çözümlerden hep kaçınmışımdır.  Ders verir gibi yazılmış roman ve hikâyeler pek ilgimi çekmez.  Hayalleri beslemek, kestirip atmaktan çok daha üretici değil mi?…. Havada asılı kalan boşluklar, okur duyarlığına  dokunuşlardır.” 

Ben  ‘final’in açık uçluluğuna ilk romanımla başlamışımdır.  Eskiden romanların son sayfasına ‘Son’ veya ‘bitti’ diye yazılırdı. Böyle olunca, sanki romanın namazı kılınmış,  mezarına gömülmüş gibi. Yazar okura apaçık el koyuyor.  Bu şekilde okurun hayal etme özgürlüğüne el koyuluyor.” Ne yazık ki Adalet Ağaoğlu’nun haberi olmadan, onun Ölmeye Yatmak kitabının sonuna da yayınevi ‘Bitti’ diye yazmış.  Adalet Ağaoğlu diyor ki “Ayıptır söylemesi;  kahrolmuştum.  Doğrusu hayatım roman değil ama, romanım hayattır.”

  • Gaz lambalarını çok seviyor. Küçük bir gaz lambaları koleksiyonu var.  “Gaz lambalarına olan tutkusu belki de onu çocukluğuna döndürüyordu” diyor Feridun Andaç
  • 1975’te abisi Cazip Sümer’i bir trafik kazasında kaybediyor. Ertesi sene babasını (1976). Hemen ardından en küçükleri Güner Sümer hastalanıyor (1977), onun tedavisi için birlikte Fransa ve Londra’ya gidiyor Adalet Ağaoğlu. Paris’te bu tedavi sırasında, Kardeşi Güner Sümer,  sokakta vitrinde kurutulup çerçevelenmiş büyük bir mavi kelebek görüp alıyor. Bu olay Adalet Ağaoğlu’nu onu çok etkiliyor; kardeşinin ölümünün ardından bir hikaye yazıyor. Adı Hüzzam* Mavisi.

(*Hüzzam= Yoğun, ağır hüzün demek. Türk musikisindeki en hüzünlü makam. Aynı zamanda Güner Sümer’in yazdığı ama sahnelenişini göremediği tiyatro oyununun adı, Hüzzam. Bu tiyatro oyunu, Mahpeyker adlı bir kadın üzerinden Türkiye’nin eski çalkantılı dönemini ve sosyo-ekonomik değişimini konu alan çok güçlü bir metin.). Adalet Ağaoğlu kardeşi için yazdığı bu kısa hikayede kelebekle ilgili kısmı şöyle anlatıyor: 

Çınar yaprağı büyüklüğünde, kurutulup çerçevelenmiş mavi bir kelebek. Çok iri ve çok mavi. Onurlu ve diri kanat çırpıp dururken, yaşamı o an durdurulmuş en mavi kelebek. Kendini kendisine ilk kez sunarcasına satıcıdan bu tutuklu ve çerçevelenmiş mavi kelebeği istedi: “Şu hüzzam mavisi kelebeği bana verir misiniz?” Kırk bir yaşında, o hüzzam mavisi kelebeği duvara asarak gitti.

Güner Sümer’in ölümünden (1978) sonra bu mavi kelebek Adalet Ağaoğlu’nun duvarında asılı duruyor. Ona kardeşi Güner Sümer’i hatırlatıyor. “Sessizliğin İlk Sesi” hikayesi de Güner ve Adalet’i anlatan bir hikaye. Bu olayın ardından kendisi de acı bir trafik kazası geçiriyor. 

Adalet Ağaoğlu, daha küçüklüğünden itibaren Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanının da etkisiyle, Cumhuriyet’in yetiştirdiği kızların hedefleri doğrultusunda hayatlarını istedikleri gibi gerçekleştirebileceklerini düşünerek yazmış hep. Ama bir değer görecekse, kadın olduğu için değil, bir insan olduğu için değer görmek istemiş. Dolayısıyla Adalet Ağaoğlu’nun özneleşme süreciyle, toplumun modernleşme süreci arasında paralellikler var. Bu nedenle yazdıkları dikkatle okunmayı hak eden bir yazar Adalet Ağaoğlu.

Aşağıdaki videoda Adalet Ağaoğlu ve eserleri ile ilgili araştırmalarımızı, incelemelerimizi ve diğer dikkat çeken noktaları izleyebilirsiniz:

KAYNAKLAR

  • Adalet Ağaoğlu (2012). Kemal Tahir İçin, Hece, 16(181), 489-491.
  • Adalet Ağaoğlu (2014) Söyleşi, Hz: Mesut Varlık,  Açık Radyo, 20 Haziran.
  • Adalet Ağaoğlu (2015). Arşiv Odası, 1993 – BBC Türkçe, Ayça Abakan Söyleşisi,  17 Aralık.
  • Adalet Ağaoğlu (2019). Portreler, Hazırlayan Sedef Kabaş – 10 Mart 1999 Yayını, 2 Şubat. 
  • Adalet Ağaoğlu (2019). Röportaj, Hz: Esra Gülsün Can, Hacettepe Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 7 Mayıs.
  • Adalet Ağaoğlu (2020). Röportaj – “Uzun süre ‘Babam Hafız’ demeye utandım. Aptalmışız”, Hz: Hülya Okur, SuperHaber, 14 Temmuz.
  • Adalet Ağaoğlu (2024). Türkiye’nin En Güzel Kazası: Adalet Ağaoğlu, Deniz Yüce Başarır ile Söyleşi (Kitapça CNN Türk Yayın Kaydı), 18 Ocak.
  • Alpay Kabacalı (2009). Adalet Ağaoğlu – “An”ların Uzun Soluklu Yazarı, 1. Basım, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
  • Arzu Etensel İldem (2020). Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” Romanında Uzam, Varlık, 81(1356), 5-11.
  • Asuman Susam (2020). Adalet Ağaoğlu, Gazete Duvar Kitap, 118.
  • Ayşe Eziler Kıran (2020). İç Söylem Bağlamında Yineleme “Bir Düğün Gecesi”, Varlık, 81(1356), 12-18.
  • Barbaros Altuğ (2020). Adalet Ağaoğlu Neden Önemli Bir Yazardı? Hz: Cüneyt Özdemir, 14 Temmuz.
  • Berat Beyoğlu (2020). Adalet Ağaoğlu, Gazete Duvar Kitap, 118, 26-34.
  • Berna Moran (2023).Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3, İletişim Yayınları, İstanbul.
  • Betül Coşkun (2013). Adalet Ağaoğlu’nun Hikayelerinde Eleştiri Vasıtası Olarak İroni, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED], 49, 145-170.
  • Boğaziçi Arşivleri (2017). Adalet Ağaoğlu Kişisel Arşivini Anlatıyor, 6 Temmuz.
  • Burak Çavuş ve Taner Namlı (2021). Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi Romanında Toplumsal Cinsiyet ve Kimlik Sorunu, RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 349-368.
  • Burcu Alkan (2020). Beyni Aydınlık, Düşünceleri Açık Seçik..” “Hayır’da Yaşlılık”, Varlık, 81(1356), 19-22.
  • Çimen Günay-Erkol (2011). Kadın Olarak Yazmak, Kadın Olarak Susmak: Aysel’in İçindeki Ayseller, Roman Kahramanları, 7 (Temmuz/Eylül), 36-39.
  • Didem Atayurt (2011). Bu Romanın Kahramanı Bir Kadın, Roman Kahramanları, 7 (Temmuz/Eylül), 30-35.
  • Doğan Hızlan (2023). Adalet Ağaoğlu, Karalama Defteri, TRT2, 153. Bölüm, 14 Aralık.
  • Erol Köroğlu (2003). Sahici Bir Başlangıçla Bitmek: Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi’sinde Kimlikler Arasında Kalmışlık, Hayata Bakan Edebiyat, Ed: Nüket Esen ve Erol Köroğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
  • Erol Köroğlu (2020). Dert Dinleme Uzmanı, “Dar Zamanlar”a Nasıl Son Verdi?, Toplumsal Tarih, Ağustos, 20-24.
  • Ertuğrul Cenk Gürcan (2020). Adalet Ağaoğlu’nun Ardından, Edebiyat Haber, 14 Temmuz.
  • Fatih Altuğ (2003). Göç Temizliği: Göçlerin ve Ötekiliklerin Kavşağında Yazarın Kendi Hayatını Kurgulayışı,  Hayata Bakan Edebiyat, Ed: Nüket Esen ve Erol Köroğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
  • Feridun Andaç (2000). Adalet Ağaoğlu Kitabı “Sen Türkiye’nin En Güzel Kazasısın”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, İstanbul.
  • Feridun Andaç (2020). Bir Mavi Hüzün,  Varlık, 81(1356), 35-39.
  • Feridun Andaç (2021). Adalet Ağaoğlu’na Bakış, Edebiyat Haber, 14 Haziran.
  • Halim Ağaoğlu (2018). Hayatını ve Adalet Ağaoğlu’nu Anlatıyor, ONS Yaşama Kültürü, 11 Aralık.
  • Hayriye Ünal (2008). Adalet Ağaoğlu’yla Romanları, Öyküleri ve Tiyatroları Üzerine, Hece, 12(143), 60- 75.
  • Hayriye Ünal (2008). Dar Zaman Fragmanları, Hece, 12(143), 76-83.
  • Hilal Uştuk (2021). Edebiyatın ‘Zaman Ustası’: Adalet Ağaoğlu, Anadolu Ajansı, 13 Temmuz.
  • Irmak Zileli (2020). Damla Damla Günler: Adalet Ağaoğlu…, Gazete Duvar Kitap, 118, 4-20.
  • İbrahim Dizman (2011). Ayseller Hep Vardır!, Roman Kahramanları, 7 (Temmuz/Eylül), 27-29. 
  • İz Bırakan Kadınlar (2020). Adalet Ağaoğlu, Anlatan: Feridun Andaç, NTVRadyo, 17 Temmuz.
  • JaleParla (2020). Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul.
  • Kelimeler ve Şeyler (2020). Adalet Ağaoğlu, 41. Bölüm, TRT2.
  • Macit Balık ve Seyit Battal Uğurlu (2018). Bir Sahtekarlık Suçlaması: Bir Düğün Gecesi Huxley’den Aşırma mı?, Hece, 36(258/259/260), 802-828.
  • Mahmut Temizyürek (2003). Adalet Ağaoğlu’nda Kendini Arayan Bütünlük Duygusu,  Hayata Bakan Edebiyat, Ed: Nüket Esen ve Erol Köroğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
  • Mehmet Özdemir ve Gökhan Haldun Demirdöven (2019). Cumhuriyet Gazetesinde (1977) Meydana Gelen Dil Tartışmalarına Yönelik Bir İnceleme, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 8(2), 743-769.
  • Metin Yetkin (2020). 68 Hareketinden Beslenen 12 Mart Romanı: ‘Bir Düğün Gecesi’, Gazete  Duvar Kitap, 118, 35-45.
  • Mustafa Apaydın (2006). Adalet Ağaoğlu’nun Dar Zamanlar Üçlemesinde Zaman Kurgusu Üzerinde Bazı Değerlendirmeler, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 15(2), 17-38.
  • Necati Mert (2000). Modern Öykünün Serüveni: 1940’tan Günümüze, Hece, 47.
  • Ozan Sezer (2022). Adalet Ağaoğlu ve ‘Ölmeye Yatmak’: Modernleşme Toplumunda Kadın Olmak, 17 Nisan.
  • Semih Gümüş (2000). Adalet Ağaoğlu’nun Romancılığı, Adam Yayınları, 1. Basım, İstanbul.
  • Sibel Erol (2003). Toplumsal Gerçekçilik ve Kişisel İç Şiir, Hayata Bakan Edebiyat, Ed: Nüket Esen ve Erol Köroğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul.
  • Sibel Oral (2020). Yazının Adaleti Var…, Gazete Duvar Kitap, 118, 23-25.
  • S. Seza Yılancıoğlu (2020). Zamanlar ve Mekânlar Arasında Adalet Ağaoğlu, Varlık, 81(1356), 4. 
  • Yüksel Topaloğlu (2012). Anka Kuşunun Gördükleri, Kesit Yayınları, 1. Basım, İstanbul.
  • Zafer Çeler (2020). “Üç Beş Kişi” Var mıydı Yok muydu? Adalet Ağaoğlu’nun Romanında Varoluşçuluk, Varlık, 81(1356), 28-34.

2 thoughts on “Adalet Ağaoğlu – Dar Zamanlar Üçlemesi (Ölmeye Yatmak – Bir Düğün Gecesi – Hayır…) ve diğer bazı kitapları

  1. Sibel hanim muazzam bir inceleme olmuş. Onlarca kaynak incelenmiş, kitaplar okunmus ve bize harika bir Adalet Agaoglu tanışması birakilmis. Elinize saglik. Bir solukta okudum yazinizi. Umarim yazilariniz yuzlerce okura ulaşır.

    1. Handan Hanım, ne kadar mutlu oldum yorumunuzu okuyunca. Ne güzel yorumlar bunlar, eksik olmayın. Yorumlarınız, daha iyisini yapmak için güç veriyor. Çok teşekkür ederim…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir