Gerçeklik bellekte oluşur.

Marcel Proust

Ferit Edgü hem kendini yetiştiren hem de kendinden sonra gelen yazarlar üstünde etkisini sürdüren; aynı zamanda okurunu da kendi kendisiyle yüzleştiren bir yazar. 

Ferit Edgü 24 Şubat 1936 İstanbul doğumlu. Asıl adı İsmail Ferit Edgü. Baba tarafından asker kökenli İstanbullu bir ailenin çocuğu. Babası Mehmet Nuri Bey küçük bir memur, annesi Fatma Nevber Hanım. Anne tarafından büyük dedesi Eğribozlu Mehmet Sırrî Dede, 19. yüzyıl şairlerinden, Milli Kütüphane’de bir “Divan”ı var. Anne tarafından ailesi denizcilikle uğraşmış, bahriyeli; bugünkü anlamda gemi inşaat mühendisliği ile ilgililer.

Çocukluğu

Çocuklukla ilgili ilk anısı, saraydan gelme babaannesi Çerkez Ana ile ilgili. Babaannesi ince, uzun boylu, çakır gözlü. Her iki günde bir yıkanan, her hafta kınalanan, her gün çözülüp taranan saçları belini buluyor. Tabii tüm bu bakım işlerini gelin hanım, yani Ferit Edgü’nün annesi yapıyor. Babaanne odasından çok az çıkan, az konuşan, yaz-kış samur kürkünü çıkarmayan biri. Odasında gün boyu oturma ayrıcalığına sahip olan tek kişi de, tek erkek torun olan Ferit Edgü’ymüş. Babaanne kesenin ağzını yalnız torunu için açarmış. O öldüğünde Ferit Edgü 4 yaşındaymış.

Babası Mehmet Nuri Bey ise iyice yaşlanıp, ölümcül bir hastalık olan sarılığa yakalanınca, elinden Kutsal Kitap’ı, dilinden duayı düşürmemiş. Tanrı’ya kimsenin görmediği bir odada yakarışı, Ferit Edgü’nün unutamadığı çocukluk anılarından.

Çocukluk yılları II. Dünya Savaşı’na denk geliyor. Hem dünyada hem Türkiye’de bulunan olumsuz ekonomik, sosyal şartlar altında yetişiyor. O yıllar, unutamayacağı yoksulluk yılları. Savaş yıllarının kötü ve karanlık günlerini şöyle ifade ediyor: “İlk utancım, ilk bitlenişim, ilk uyuzum, insanlar arasındaki eşitsizliği ilk görüşüm, ilk yok olmak isteyişim, ilk acılarım… Tümünü 5-9 yaş arası yaşadım. Çöken bir ailenin son kişileriydik.” Bu olumsuz şartlarda yazmaya başlamış Ferit Edgü. Diyor ki “Kuşkusuz yazmaya çok erken başlamamın nedenlerinden biri de bu olsa gerekir. Çünkü o dünyadan bir çocuk kaçmak ister.”  

Teyzesi, yazıları yayımlanmaya başlayınca şöyle bir anı anlatmış: Bir gün 7-8 yaşlarındayken Ferit Edgü evde kaybolmuş. Her yeri aramışlar, bulamamışlar. Sonra tuvalete bakmak akıllarına gelmiş. Bir de bakmışlar ki orada kendinden geçercesine, dünyayla bağını koparmış şekilde okuyor. “Hep okudum, nerede olursam olayım” diyor.

13-14 yaşlarında şiir denemeleri yapıyor. “Benim yazarlığım da kendi kendine hesaplaşmanın ötesinde, bu acılara karşı verilen bir cevap olarak ortaya çıktı. Kalemi ilk elime aldığım günü hatırlıyorum. Odanın bir köşesinde babam sarılıktan yatıyordu, öbür köşesinde de ben, gene sarılıktan…. Hepimiz biliyorduk ki babam hastalığı yenemeyecek. Ancak 14 yaşında olan benim yenmem söz konusuydu…. Ve ilk kez yanılmıyorsam, babamın ölümünden bir 15-20 gün önce yatakta otururken şiir yazmaya başladım…. Bir haftada zannediyorum 70-80 tane şiir yazdım ve çok şükür ki sonradan yitirdim onları.” 

Sonraları yazdığı kimi öykülerinde,  metinlerinde de baba oğul ilişkisini, baba-oğul hesaplaşmasını hep irdeliyor. Ama babasının ölümünün yarattığı sarsıntı ile yazdığı bir şiir,  Kaynak Dergisi’nde 1952 yılında, Ferit Edgü 16 yaşındayken yayımlanıyor. Bu, ilk yayımlanan şiiri. Onu yazmaya iten, çocukluğundaki yalnızlık olmuş. “Yalnızlıkların en korkuncu çocuk yalnızlığıdır; bu yalnızlığımı paylaşacak kimse olmadığı için kitapların dünyasına sığındım çok küçük yaşlarda” diyor. Babasının ölümünden sonra daha da yalnız hissedince kitaplara sığınıyor. Eline ne geçerse okumuş, hatta gazete kağıtlarından yapılan kese kağıtlarını düzgünce açıp onları da okurmuş.

Sait Faik

16-17 yaşındayken küçük yeğenine doğum gününde kitap hediye etmek istiyor, daha önce çocukken ona anlatılan Şahmeran masalının kitabını alıyor. Ancak önce ben bir okuyayım diyerek sayfaları açınca Şahmeran yerine, adam, vapur, ada… yani bildiği insanları okuyor. O güne kadar da hiç böyle bir öykü okumamış. Kapağına bir bakıyor ki Şahmeran değil, Şahmerdan, Sait Faik’in kitabı (1951 2. basım) Kitabı yeğenine vermiyor, kendine saklıyor. O gece kitabı baştan sona, sondan başa birçok kez okuyor. “Ben de yazabilirim bunları” diyor. Kitabın arkasındaki Varlık Yayınları’nın ilanını görüyor. Doğrudan yayınevinden alınan kitaplarda %25 indirim yapıyorlarmış. İki gün sonra cebinde 10 lira ile Yaşar Nabi’nin kapısını çalıyor, seçtiği kitapları söylüyor. Ne zaman eline para geçerse de oradan kitapları indirimli alıyor. Sait Faik’i okuduktan sonra da yazısının rotasını şiirden hikayeye, anlatıya çeviriyor. Bu kitaptan önce Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri, hatta Tolstoy okumuş. Ama “Bana el eden, beni yepyeni bir dünyanın içine çeken, “Sait Faik’in Şahmerdan’ı oldu” ….. “Dostoyevski’nin hepimiz Gogol’ün paltosundan geliyoruz demesi gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük çoğunluğu da Sait Faik’ten geliyoruz” diyor. “Aykırılık, çocukluğumdan beri benim tabiatımda vardı, ona hiç ihanet etmedim…. Bizler, benim kuşağımın hemen tüm yazarları, Sait Faik’in aykırılığının devamcısı olarak duyduk kendimizi” diyor.

Alemdağ’da Var Bir Yılan basılır basılmaz, 1 Nisan 1954’te,  daha mürekkebi kurumadan 1 TL verip almış kitabı. Vedat Günyol’la birlikte, Bedri Rahmi’nin Narmanlı’daki atölyesine gitmişler. Sait Faik de oraya sık sık gidermiş. O gün de gitmiş. Vedat Günyol’un Sait Faik’e büyük hayranlığı varmış; Sait Faik’in de Vedat Günyol’a çok büyük saygısı. Vedat Günyol imzalaması için daha yeni basılan kitabı Sait Faik’e uzatmış. Sait Faik kıpkırmızı kesilmiş, utanmış: “Ben size gönderecektim” demiş ama imzalamış yine de. Sonra Ferit Edgü de kendi kitabını çıkarıp uzatmış. Sait Faik onun kitabını da: “Hikayeciden hikayeciye / Sevgi, selam” yazarak imzalamış. Ferit Edgü diyor ki: “O kitabı elime aldığımda hala heyecanlanırım ve derim ki, ben icazetimi o gün aldım!” Bu olaydan 1 ay sonra da Sait Faik ölüyor.

Savaş sonrası önce Sartre, sonra Camus etkisi vardı bizde. Kafka yeni yeni çevriliyordu. Bizim öykücülerimizde ise Sait Faik kendimize en yakın bulduğumuz isimdi. Onun öykü anlayışı, yalnızca bir öykü anlayışı değil, insan anlayışıydı. Bizim gözümüzde etik ile estetiği birleştiren tek yazarımız oydu. Ve bunu altını çizmeden, yazdığı öyküye yedire yedire yapıyordu.

FERİT EDGÜ

Liseyi, Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde okuyor. Bu esnada Fransızcasını ilerletebilmek için Fransız Konsolosluğu’nun dil kursuna yazılıyor. Burada Kabataş Liseli olan, ömür boyu da can dostu olacak Demir Özlü ile tanışıyor. Tanışması da şöyle: Daha ilk gün Ferit Edgü, Demir Özlü’ye ‘Sen Kabataş Lisesine mi gidiyorsun?… Peki Behçet Necatigil hocanız mı?… “Peki, Kaynak Dergisi’nde çıkan şu şiir…..” şeklinde sorular soruyor. Hemen arkadaş oluyorlar.

İlk öyküsü “Yitik Gün” 1953’te Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar dergisinde çıkıyor. Annesi ilk yazdıklarını okuyunca, hiçbir şey anlamamış, biraz da kuşkuyla, “Oğlum, bir gün Namık Kemal gibi yazabilecek misin?” diye sormuş. Ferit Edgü de “Hayır anneciğim, hiçbir zaman” diye yanıtlamış. 

Bir diğer önemsediği şair de Yunus Emre. Yunus Emre, yazın yaşamının bütün evrelerinde etkili olmuş.

Okulda hep uslu ve çalışkan bir çocuk olmuş. O zor dönemlerde, özveriyle çalışan, öğretmenliği kutsal görev bilen öğretmenlerden eğitim aldığını söylüyor. Türkçe öğretmeni klasik Türk müziğinin ustalarından Dürri Turan; Fransızca öğretmeni Profesör Şefik Tunç’un kardeşi Münip Tunç; resim öğretmeni ressam Hamit Görele. Ama Ferit Edgü, meslek seçmek söz konusu olduğunda, bir meslek seçmemeye karar veriyor. Çok erken yaşlarda yazmaya başlıyor. Atilla İlhan, Melih Cevdet, Salah Birsel, ilk yazılarını yayımlayacak Vedat Günyol gibi sanat çevresinden kişilerle daha lise yıllarındayken tanışıyor. “Çok şükür daha o yıllarda ressam olmak için kitapların ve müzelerin dışında bir yerlere gitmek gerekmediğinin bilincindeydim.” diyor. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne koydoluyor, ama ressam olmak için değil, bir yerlerde okuması gerektiği için. Ve kendini en özgür hissedeceği akademiyi seçmiş. Ancak 4 yıl geçirdiği akademide pek fazla bir şey öğrenemediğini söylüyor. “Bu, akademideki eğitimden çok, benim kişiliğimle ilgili bir sorun olabilir, bilemem…. Ama tüm öğrenim Batı resmi üzerine kurulmuştu, oysa, bu resimlerden hiçbir örnek görmeniz söz konusu değildi” diyor. Akademinin o zamana göre epey zengin bir kitaplığı varmış, Fransızca süreli yayınlar düzenli olarak geliyormuş. Öğrencisi olduğu Bedri Rahmi de halden anlayan bir hocaymış ve okuduklarını arkadaşlarına anlatması koşuluyla bu durumu hoş görmüş; böylece Ferit Edgü de zamanının çoğunu kütüphanede geçirmiş.

Paris

Akademiye nasıl gittiyse, yurt dışına da öyle gitmiş. Uzun yıllardır yurt dışına öğrenci gönderilmiyormuş. Ama 1958 yılında yurt dışına öğrenci gönderme kararı verilmiş ve bu fırsatı kaçırmamak için devletin açtığı sınavlara, daha akademiyi tamamlamadan giriyor ve kazanıyor. Seramik Kimyası öğrenimi için Almanya Münih’e gidiyor. Bir öğretim yılı orada kaldıktan sonra Paris’e gidiyor, Académie du Feu’da seramik eğitimi alıyor. Sorbonne’da felsefe, Louvre’da sanat tarihi eğitimi eğitimlerine katılıyor. O yıllarda çok okuyor, neredeyse yazılmış her şeyi okuyor. Müzeler, sergiler için ülke ülke tüm Avrupa’da geziyor, sinemalara gidiyor. “Sanki insanlığın bu hazinelerini kaçırıyorlardı benden… Nasıl bir kültür ve sanat şoku içinde olduğumu gözlerinizin önüne getirebilirsiniz”…. “Hiçbir zaman bir düşünür, bir felsefeci olamayacağımı anladım. Bu kolay olmadı. Yazmak bana acı veriyordu. Paris’te yaşıyordum ve Paris her şeyden önce bir ressamlar kentidir, en azından o yıllarda. Tüm zamanımı resme ayırmaya karar verdim. Garip, pek kimselere benzemeyen resimler yapıyordum” diyor. 

İsviçreli ressam Paul Klee’nin tablosu onu büyülüyor ve resim yapmaya yönlendiriyor. Paris’te yazmayı bırakıp tekrar ressamlığa dönüyor. Yarışmalarda dereceler alıyor, sergi açıyor. İslam hat sanatını da Avrupa’da keşfediyor. Özellikle de görkemini gizlemeyi bilen Osmanlı hat sanatı ustalarını. Her zaman Paul Klee’nin resmine hayran olmuş. Klee’nin şu sözleri Ferit Edgü’nün benimsediği sözler: “Hiç kuşkusuz bir iç ya da dış gereklilikten kaynaklanan biçim arayışı, kendi sonucundan amacından daha önemli.” Osmanlı hat sanatını Fransa’da keşfedince, “Ancak o zaman Klee’nin resimlerine doğru bakmaya ve onları doğru yorumlamaya başladım” diyor. Resim, her zaman düşünce sistemini beslemiş. Fakat hem resme hem yazmaya öyle büyük bir sevgisi ve saygısı var ki; iki karpuz bir koltuğa sığmaz diyerek resmi bırakıyor. Çünkü bir cümle yazıyor, ondan başka kimsenin yazamayacağı bir cümle; “İşte, en sonunda bir cümle yazabildin” diyormuş. Ama resimde hiçbir zaman böylesi bir durumu yaşamamış. Yine de yazı sanatında karşılaştığı sorunların büyük bölümünü resim sanatındaki bilgisiyle çözmüş. Bu dönemde “Bozgun” adlı öykü kitabını yazmış. 

Ayrıca, Avrupa’dayken, 1960’da “Avrupa Türk Öğrenci Federasyonları Başkanı” da oluyor. İki-üç yıl başkanlığı sürdürüyor.  “Bu size şaka gelebilir. Bana da bugün bile, öyle gelir” diyor.

Ferit Edgü 1964’te Paris’ten dönüyor ve Hakkâri’ye yedek subay öğretmen olarak gidiyor. Kendisi Türkiye’nin her yerine gidebileceğini düşünmüş, Hakkâri’ye gönderileceğini hiç düşünmemiş. Hatta gideceği yeri öğrenince Paris’e bir uçak bileti almış 2 gün sonrası için. Ama sonra şöyle düşünmüş: Türkiye’ye dönmemek mi yoksa Hakkâri’ye gitmek mi? Tabii Hakkâri’yi seçmiş ve “Bunu seçerken de ne kadar iyi etmiş olduğumu sonradan öğrendim, gördüm, yaşadım” diyor. Bu durum ile ilgili şöyle diyor: “O yedek subay öğretmenlik –belki size garip gelebilir ama- bir kurtuluş oldu. Tek başınasınız, yanınızda kimse yok; rütbe yok, üniforma yok. Ama tabii bunu seçerken de, Hakkâri’yi öngörmemiştim.” Bir yetkilinin dediği üzere yabancılık çekmesin diye Paris’le ses uyumu olan Pirkanis’e gönderiliyor. Pirkanis, o yörenin en yüksek köyüymüş. Yol, elektrik hiçbir şey yok. Yalnızca bir okul var. O okulun da ilk öğretmeni Ferit Edgü olmuş. Sıra, tahta, soba hiçbir şey yokmuş. Öğrencileriyle birlikte her şeyi Ferit Edgü yapmış. “Hem ben onlara bir şeyler öğretmeye çalıştım hem de onlardan bir şeyler öğrendim. Ama sonunda ben onlardan daha çok şey öğrenerek döndüm” diyor. Ekliyor: “Demek oluyor ki, 33 yaşımda bir de Hakkâri’de doğdum….. Orada gördüklerim, yaşadıklarımdan sonra, artık aynı kişi değildim.

Bu yeniden doğuş ile ilgili şöyle diyor: “Tıpkı biyolojik doğumda olduğu gibi, doğarken farkında değilsiniz doğduğunuzun…. Hatta yeniden doğmuş olduğunuzu, doğumun üzerinden belli bir süre geçtikten sonra fark ediyorsunuz.”

Bir söyleşide “Söyledim, orası benim dünyaya gözümü açtığım yurdum… Oradan ayrılırken bir yarımı orada bırakmışım gibi” diyor.

Askerliğinin ilk yılını “O/Hakkâri’de Bir Mevsim” romanını yazdıracak Pirkanis Köyü’nde, ikinci yılını Ankara’nın Keskin ilçesinde yapıyor (1967). Ardından bir yıllığına Paris’e gidip, yine Mayıs 1968’de Türkiye’ye dönüyor. TRT’ye başvuruyor, atanıyor; daha sonra ataması yapılamıyor. Şans eseri, bir reklam ajansında işe başlıyor, Manajans’ta. 1971’de buradan ayrılarak ortaklarıyla Ajans Maya’yı kuruyorlar; 1974’te bir birleşmeyle Grafika/Maya oluyor şirket. İstanbul’da metin yazarlığı yapıyor; sonraları kendi reklam şirketinin ve Narmanlı’daki Bedri Rahmi Sanat Galerisi’nin yöneticiliğini de yapıyor. İlhan Berk’in şiir kitabını basmak için 1976-1990 yılları arasında faaliyet gösteren Ada Yayınları’nı 1976’da kuruyor: “Eğer o yıllarda, benim yayımladığım kitapları yayımlayan bir yayınevi olsaydı, kuşkusuz Ada Yayınları’nı kurmazdım” diyor. Çok yüksek satışlara ulaşmasa da, sanat değeri yüksek, kaliteli baskılar yapıyor.

1954-1964 arasında onun Hakkâri Öncesi Dönemi var. Bu dönemde bireysel ve içten olanı insan gerçeği merkezinde irdeliyor. Paris’te olduğu yıllarda, ilkin 1959’da Kaçkınlar, ardından 1961’de Bozgun çıkıyor bu dönemde. Kaçkınlar’ın ilk basımından 30 yıl sonraki ikinci baskısının sonsözünde şöyle diyor: “…bir yalnızlıkta yazdık… kendi benzerlerimizi bulmak için yazdık. Bizim dilimizden anlayacak kişiler için yazdık.”

Hakkâri dönemi

Onun için farklı bir dünya ve insan gerçekliği ile yüzleşme ve edebi düşünsel anlamda yeniden doğuş dönemi. Hakkâri’den 10 yıl sonra Kimse, bundan iki yıl sonra da O/Hakkâri’de Bir Mevsim çıkıyor. Kimse ve O/Hakkâri’de Bir Mevsim eserlerinde, özyaşam öyküsüyle birlikte evrensel bir duyuş var. Bu dönemden sonra yazdığı eserlerde olanı olduğu gibi yansıtma, eleştirel yaklaşmama düşüncesiyle ve anlattığı kişileri olumsuzlamamaya gayret ederek yazıyor. Buradaki somut gerçekliklerin bireyselliği nasıl yok ettiğini tarafsız bir gözle yazıyor.

  • Kimse ve Hakkâri’de Bir Mevsim kitapları ile önce yazdığım Kaçkınlar ve Bozgun’u karşılaştırırsanız –belki pek bir mesafe alamadım ama- tekilden çoğula geçtim, daha doğrusu tekilin içindeki çoğula” diyor.

Milan Kundera’nın genç bir Fransız yazarın kitabına yazdığı şu sözü söylüyor Ferit Edgü: “Dünyayı değiştirmekten umudu kesen, dünyayı gözlemler.” Benim Hakkâri sonrası durumum tam da buydu, diyor Edgü. 

Varoluşçuluk

Türk edebiyatında varoluşçu çizgi neredeyse Ferit Edgü ile özdeşleşmiş. Onun için birey olmak, özgürleşmek demek. Toplum içindeki bireye odaklanmış. Ferit Edgü ve Demir Özlü, Türk edebiyatında “bunalım edebiyatı” olarak anılan hareketin de öncülerinden. Başlangıçta karamsar, mutsuz, adeta sürgün kişileri anlatıyor. Ferit Edgü’nün insanları, bunalım ve isyan arasında gidip gelen,  bir bakıma hiçliğe düşmüş insanlar. (Mustafa Kurt’a göre) Karakterleri birbirine benziyor ve bu kişilerin varoluş sancılarını Kafka gibi alegorilerden (yani benzetmelerden) ve bilinçaltından yararlanarak sorguluyor. Aynı zamanda Ferit Edgü’nün romanlarında roman kişilerinin adları anılmıyor, tıpkı Yusuf Atılgan’ın C.’si gibi, Demir Özlü’nün kişi isimlerini bir harfle vermesi gibi. Burada da Kafka’nın yabancılaşmış bireyini -yani K.’sını- seçmesindeki duyarlılığı gözetilmiş. Çünkü isimler de bir değer taşıdığından Varoluşçu birey, hiçbir değeri ve bu değeri taşıyan ismi kabul etmiyor. Dolayısıyla birey adeta toplumun değerler yüklediği isimleri reddediyor. 

Ayrıca Ferit Edgü’yü çağdaşları olan Bilge Karasu, Leyla Erbil, Nezihe Meriç, Tomris Uyar gibi yazarlardan ayıran en önemli özelliği ise, Ferit Edgü’nün deneyciliği. Zamanla yazıları diğer yazarlardan ayrışmış (Ama 1950 kuşağı yazarlarının çoğu da farklı kulvarlarda ilerleyen, birbirine benzemeyen yazarlar olmuşlar. Doğan Hızlan “Solistlerden oluşan bir koro” diyor onlar için).

Yazıları: Ferit Edgü’nün yapıtını tek bir sözcükle tanımlamam gerekirse ‘sessizlik’ derim” diyor Ali Teoman. Ferit Edgü için sesler kadar sessizlik de önemli; yazdıkları kadar yazmadıkları da. Yazarken düş gücünü kullanarak kendine özgü bir yazma biçimi oluşturmuş. Ona göre yazmak, biçim yaratmak. Daha ilk kitaplarından itibaren üslupçu yazarlar arasında sayılıyor. Özellikle 1979’da Sait Faik Hikaye Arrmağanı’nı aldığı “Bir Gemide” kitabından sonra üslupçu yanı daha da ortaya çıkıyor. “Bizler, 1950’lerde yazanların çoğu bireyselliğimizi, kişiliğimizi üslupta aradık; üslubun yaşla, yazarlık deneyimiyle geleceğini düşünmeden. Oysa yaşamı keşfetmek istiyorduk.” “Yazarken, bir yazar olmaktan çok, bir birey olmayı başarmayı amaçlıyordum; bedenimin sözcüklerden oluştuğunu gördüm” diyor. Fakat simgeci bir yazar olmamış. “Okuyucu yazıda bir simge görüyorsa, o kendi bileceği iştir” diyor.

Hiçbir öyküsünde bir tane fazla kelime, hece, ses yok. Ayfer Tunç, Ferit Edgü’nün dilini ‘sade, çok temiz, anlaşılır ses olarak şaşırtıcı derecede uyumlu, Türkçe kelimelerden oluşan bir dil” olarak buluyor. Ferit Edgü de “Ben okurun kendini bulacağı öyküler, romanlar değil, kendi kendileriyle yüzleşecekleri metinler yazmak istedim” diyor kendi yazısı için.

  • Bir yazar, has bir yazarsa, neyi niçin yazdığını bilir, bunu sürekli sorgulaması gerekmez. Yazarın can alıcı sorunu “nasıl yazmak”tır. Yazarı yazar eden, bu soruya gerçekleştirdiği yapıtla verdiği yanıttır” diyor. Ayrıca:
  • Gençliğimde masanın başına oturup ilk sözcüğü yazdığımda, sözcükler, olaylar birbirinin peşi sıra geliyordu. Ama günün birinde bunların neyin karşılığı olduğunu (yani anlamlarını) sorduğumda büyü bozuldu… yazmak zorlaştı” diye ekliyor. Beckett’ın yaşamının son yıllarında bir cümle yazmayı başardığında mutlu olduğunu söylemiş yakın dostları. “Umarım onun kadar uzun yaşamam” diyor ama Beckett 83 yaşında vefat etmiş, Ferit Edgü ise 88 yaşında vefat ediyor.
  • Bir de “Ben romanı baştan sona yazmıyorum, bölüm bölüm yazıyorum. Kimi zaman sondan bir bölüm, sonra başlardan bir bölüm” diyor.

Evrensel bakış açısı

Ferit Edgü’nün yazdıklarında belirsiz zaman ve yerler, derinlikli kişiler var. Bu belirsizliğin ortak paydası, evrensel bakış açısı. Yazdığı insanlar, tüm dünyanın insanları. Olay herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda geçiyor olabilir. Yazısında, sorunlara evrensel bakış açısından özele doğru yönlenme var. Bu noktada kullandığı sözcüklere özellikle dikkat ediyor. Çünkü ona göre “Sözcükleri bilmek,  güçlerine inanmak ve onları yerinde kullanmak gerek.”  Bu sözcük kullanımına bilhassa “evrensellik” için dikkat ediyor. Çünkü “evrensel olunmadan ulusal olunama(yacağı)”nı düşünüyor. Ayrıca Ferit Edgü’ye göre otantik olmayı (aslına-özüne uygun olmayı) başaran –yani kişinin gerçek benliğini ortaya koyan- bir yazar, aynı zamanda Doğu-Batı’yı yapıtında barındıran bir yazar. Yani evrensel olma yolunda bir boyutu yakalamış yazar.

Bir yapıt

gerçek olan’dan

bir parçacık taşıyorsa içinde, 

evrenseldir.

Çünkü evrensel olan bir tek şey vardır:

İnsan gerçeği.” (Ferit Edgü – Ders Notları)

……………

L. Sciascia, Todo Modo’nun bir yerinde şöyle diyor:

Yalnız karşılığı ödenmiş şeyler gerçektir

Kafayla ve çekilen acıyla ödenmiş şeyler

Gönlüm rahat: O’daki her sözcüğün karşılığı ödenmiştir – kafamla ve çektiklerimle.” (Ferit Edgü-Ders Notları)

……………

O’da olan ile olması gerekeni iç içe geçirmeye çalıştım.

Olan: gerçek

Olması gereken: düş.

Kitabın başındaki Kızılderili büyücünün sözlerini bunu belirtmek için aldım.” (Ferit Edgü – Ders Notları)

  • Kızılderili büyücünün kitabın başındaki sözleri şöyleydi: “Düş gerçeğin ta kendisidir…. Daha da gerçek… Düş görmek bir güce sahip olmak demektir. Elindeki bu güçle çoğu şeyi değiştirebilir insan. Gizli kalmış nice şeyi bu güçle bulup ortaya koyabilir…”

Az kelimeyle çok etkileyici bir atmosfer kuruyor. Yani sadece bir dönemi ilgilendiren olaylara değil de, dil üzerine kurulu yazılar bunlar. Burada dilden bahsettiği Öztürkçe-Osmanlıca değil. “Dil bir sanat yapıtını oluşturan tek öge. Bu dil yalnızca edebiyattaki dil değil; resmin dili, müziğin dili… Ben resmi okurum, resme bakmam. Okuduğunuz zaman aranızda diyalog başlar…” diyor. Ne yazdığı değil, nasıl yazdığı önemli. Dil bir amaç değil onda. Yazdıklarını toplumcu gerçekçi bakış açısıyla değil de, bireyin iç dünyası üzerinden ele alıyor. Eserlerinde insanın varoluş kaygılarını irdeliyor; bunun için de yalnızlık, özgürlük, bunaltı, iletişimsizlik, yersiz yurtsuzluk gibi izlekleri takip ediyor. 

Yazdıklarını herkes okusun diye yazmıyor. O, kendi okuyucusunu arıyor.

  • Eserlerini sürekli yenileyebileceğini ifade ediyor. Kanca öyküsünü de ilk basıldığı halinden epey farklılaştırmış. Kimse kitabını tam 15 kez yazmış, 10 sene içinde. Her seferinde biçimini, tekniğini değiştirmiş. Geçmişe baktığında 3.-4. yazımları daha atak ve okuyucuyla daha kolay iletişim sağlayıcı nitelikteymiş. “Bu kitabı yayımlamazsam, ömrümün sonuna kadar bu kitabı yazacağım” demiş ve en sonunda basmış. O/Hakkâri’de Bir Mevsim için de diyor ki: “Eğer O, yazılır yazılmaz basılmasaydı, bugün sanırım çok değişik bir roman olurdu….. Kendi kendimle hesaplaşmam, benim en kötü huylarımdan biri. Bir kitabımı baskıya vermeyecek olsam, hayatımın sonuna değin onun üzerinde çalışabilirim.

Ders Notları (1978)

Zaman zaman günlük tutmak istemiş, olmamış. Kağıtlara aldığı bazı notlar varmış. Bunların özel olmayanlarından seçip yayımlamış. Pek fazla kişiyi ilgilendirmeyeceğini düşündüğü için 1000 adet basmış. Oysa Hakkâri ’de Bir Mevsim hariç en çok satan kitabı olmuş. 1979’da kitap TDK (Türk Dil Kurumu) Deneme Ödülü’nü almış. “Kimseyi ilgilendirmediğini düşündüğüm aforizmaların bu tirajlara ulaşmasını bugün de anlamış değilim” diyor.

Nasıl yazar?

Birkaç güzel masam oldu. Ama genellikle hep yemek masasında yazarım.” Aslında “Aklınıza gelebilecek her yerde yazabilirim ama her vakit değil. Yazmaya oturmak için günün batması şart. Yani Tarancı’nın Abbas’ı gibiyim….. Belki alışkanlıktan, geceleri yazarım. İlham gelmez. Siz ilhama gidersiniz; her zaman buluşamazsınız o başka” diyor. Yıllar yılı mekanik bir daktilo ile yazmış ama sonraları günün şartlarına uymuş.

Yazdıklarımın çoğunu radikal biçimde yok ederim” diyor. Yazıları üzerinde çok titizlenen, gerekirse tekrar tekrar yazan biri. Yazıları temize çekildikten sonra, hatta dizildikten sonra bile çok değiştirirmiş. Kitaplarının her yeni baskısını da gözden geçirir, ekler, çıkarırmış.

Dildeki cevheri ortaya çıkarabilmek için yazılarında minimum seviyede kelime kullanmaya çalışan bir yazar. Ayrıca “Üslup yokmuş gibi saydam bir dil yazmak isterim. Okuyucu çok kolay yazdığımı sansın ki kendi de denesin” diyor. Hatta bir arkadaşı Ferit Edgü’nün yerinde olmak istediğini söylemiş; “O kadar açık seçik ve kolay yazıyorsunuz ki…” demiş. Ferit Edgü de “Çok kolay, aynı yazıyı 30 kez yazarsan seninki de öyle olur!” demiş.

Ne için Yazar?

Aziz Nesin’le ne için yazdıkları üzerine konuşuyorlar. Ferit Edgü’nün cevabı şöyle oluyor: “Benim kendimle sorunlarım var. O sorunlarım olmasaydı yazmazdım. Çünkü ben severek yazmıyorum. Yazarak bir doyuma ulaşmıyorum- -gençliğimde belki, ama 30’umdan sonra hayır….Ben de benim gibi olan başkaları için yazıyorum. Yoksa 1910’larda Kafka, Prag’da oturup bir mektup yazacak, o mektubu ben okurken diyeceğim ki ‘Aaa, bu mektubu bana yazmış!..’”

Eserleri

Mustafa Kurt’a göre Kimse ve Hakkâri’de Bir Mevsim romanlarının her ikisinde de Ferit Edgü’nün konu ettiği coğrafya, kendi doğasından gelen özelliklerle aşılması, mücadele edilmesi mümkün olmayan mutlak bir kaderi temsil ediyor. Bu yüzden bu iki roman da birey ile mekânın karşı karşıya gelmesini konu ediniyor ve birey hayata ait durumları, ancak mekânın gerçekliği içerisinden algılıyor. Her iki roman da “öteki”nin bu durumunu anlatıyor.

Kimse (1976)

Neredeyse tümü diyaloglardan oluşan bir roman. Kitabın ismini epey düşünmüş, değiştirmiş. Mesela Sürgün; Sürgünde; Sürgün Konuşmaları; Sus; Ben ve Öteki; Ben ve O adlarını düşünüp değiştirmiş. Ama ilk koymak istediği isim “Ben ve Ben” olmuş. Kitap, kişinin kendisiyle olan diyaloğunu içeriyor çünkü. Ama bu isimden vazgeçiyor. Bunu Ders Notları’ndan çıkarabiliyoruz: “Şu anda (Kimse’yi yazarken) kendi içimde başkalarını arıyorum. Başkaları olmadan şiir yazılabilir roman yazılamaz.” Kitapta 2 ses var. İkinci ses zaman zaman karamsar olsa da; birinci ses, içinde bulunduğu duruma alışmış ve hatta memnun bile denebilir. Ders Notları’nda bu iki seslilik için şöyle diyor:

Kierkegaard’dan bir cümle:

‘Bir tek dostum var: Yankı.’

Yıllar sonra Hakkâri’nin dağında 

Buldum bu sözdeki anlamı.

Bu sözün dile getirdiği gerçeği.” (Ders Notları)

Anlatıcının yaşadığı yalnızlık ve yabancılaşmayla birlikte bir muhatap arayışına girdiğini okuyor okuyucu. Yine Ders Notları kitabında, Kimse kitabındaki bu sesler, bu yankı için şöyle yazmış: 

“-Yazsana diyor. 

Yazacağım diyorum, bir gün yazacağım.

Sen yok olduğunda.” 

Kimse benim son kitabımdır” diyor Ferit Edgü. Hiç bitmeyecek bir kitap adeta. Gerçekten de 1976’da basılmasına rağmen, bu basma aşamasına gelene kadar 10 yıl beklediği, üzerinde uğraştığı bir kitap Kimse. Kimse’yi yazarak o güne kadar olan sorunlardan kurtulmak istemiş, bu sorunlardan sıyrılarak “Hakkâri’de Bir Mevsim”i yazmak istemiş. Orada yaşadığı yılları iyice süzmek, damıtmak istemiş Ferit Edgü; saydam, berrak bir dil oluşturmaya çalışmış. Bu şekilde de daha derinleşmiş. Hakkâri’de Bir Mevsim kitabında dili o kadar yalın ki, sanki bir şey söylemiyormuş gibi görünüyor ama aslında insanın iç acılarının derinine iniyor. Yaşamı sorgulayarak derinleşiyor.

Aynı zamanda içine kapanıyor, hem gerçek anlamda her taraf karla kaplı olduğundan ve kurtlar köye indiğinden dolayı evine kapanıyor / hem de kendi içine kapanıyor. Başka çaresi yok. Her şey yolunda gitseydi, içine de kapanmazdı.

 Ferit Edgü’ye göre Kimse, herkese tamamen açık bir kitap değil; “içerdiği sorunsalda bilgi sahibi olan okurlara açık” bir kitap. Ancak Hakkâri’de Bir Mevsim kitabının da öncüsü olan bir kitap. Mekan olarak köyde geçmesine rağmen bir köy romanı değil. 

Hakkâri yılları ile ilgili yazdığı Kimse romanı tanı olarak kabul edilirse; Hakkâri’de Bir Mevsim kitabı da bir sağaltım. Yani “Kimse” teşhis, “Hakkâri’de Bir Mevsim” de iyileşme olarak kabul edilebilir.

Başlamak, güç olan bu.

Başlamayı bırak, devam et.

Başlamadan devam et. Sonra başlarsın.” (Ders Notları)

Hakkâri’de Bir Mevsim (1977)

6 ayda yazmayı tamamladığı bir kitap. Bu kitaptan önce yazdıkları daha içe dönük, daha bireysel; Hakkâri’de Bir Mevsim’de ise tam tersine dünyayla ve başkalarıyla buluşması gerçekleşiyor. Kimse’de içe dönük anlatı, bu romanda dışa dönüyor. Fethi Naci, Cumhuriyet dönemi eserlerinde geçen “halka yukarıdan bakan aydın tipi”nin, Hakkâri’de Bir Mevsim romanı ile kırıldığını söylüyor. Kitap biyografik özellikte bir roman olarak da kabul edilebilir. Bu anlamda Batı’da yaşamış, hatta daha yeni Avrupa’dan gelmiş, aldığı sanatsal eğitimlerle estetik zevkini üst düzeye taşımayı başarmış olan Ferit Edgü, görev yapacağı bu köye giderken heyecan dolu, yola çıkarken görev yerinde birikimini aktaracağı yepyeni bir çevre bulacağını hayal ediyor. Ama oraya vardığında onu bekleyen, gerçek bir hayal kırıklığı oluyor. Çünkü Pirkanis köyünde yaşayanlar, temel gereksinimlerini karşılama konusunda bile yokluk içindeler, çaresizlik içindeler ve Paris’ten ithal edilecek entelektüel uğraşlar için hazır olmaktan çok uzaklar. 

Hiçbir şey beni çaresizlik kadar etkilememiştir” diyor Ferit Edgü. “Orada beni kahreden yaşam koşullarıydı, evet, ama özellikle insanların çaresizliğiydi…. Hakkâri’nin daha yalın, kuru bir metni olmasını yeğlerdim. Ama doğası, insanlarının çaresizliği buna izin vermedi” diyor.

Ferit Edgü’nün açısından da Pirkanisliler yaban ve “öteki”. Ferit Edgü de Pirkanis köyündekiler için bir yabancı, yani “öteki”.  Aslında Ferit Edgü, yani anlatıcı,  Hakkâri’de yabancının yabancısı oluyor; yani “ötekinin ötekisi”. 

Kendini kaza sonucu karlı bir dağ başında bulan bir denizcidir Hakkâri’nin anlatıcısı. Yani yabancının yabancısıdır. Ama ortak dil, sözcüklerin ötesinde vardır. Aynı dilde konuşmayan bu insanlar anlaşabilirler.” (Ferit Edgü’nün anne tarafı da denizci) Anlatıcı da bir denizci, bu yüzden denizin kurallarını biliyor ama karanın kurallarını bilmiyor, yabancı.

Burada da diyaloglar zaman zaman kullanılmış. Çok katmanlı bir roman. İçindeki insanın varoluşuna dair evrensel detaylar, yerel kelimelerle anlatılmış. Bu kitapta geçen bütün kişi adları gerçekte yaşamış kişilerin adları, Kitapçı hariç. 

Roman iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümdeki anlatım kendi içinde tutarlı; ikinci bölüm birbirinden biraz daha ayrı durum anlatılarını içeriyor. Anlatıcı Hakkâri’de kendini bulmasına, deniz kazası diyor. Ama ilerleyen kısımda bunun başka bir zorunluluktan olduğu anlaşılıyor. Anlatıcı, o bölgeye de kendine de yabancılaşıyor ve kendini de “O” olarak hissediyor, yani öteki. Köyde Halit’le de iyi anlaşıyor, çünkü Halit de köyün yabancısı olarak görüyor kendini, o da öteki, o da bir nevi sürgünde. Burada yaşadığı gerçeklik ona sanki bir düşmüş gibi geliyor. Düş ve gerçek birbirine karışıyor. Belli bir zaman sonra buraya nasıl geldiği değil, buraya yüklediği anlam önemli oluyor. Oraya dışarıdan bakan, gözlemleyen biri değil de; o yalnızlığının içinde yine de köydeki insanlardan biri olarak oranın bir parçası oluyor. Burada “sessizliğin sesini” bile öğreniyor.

Kitapçının ona verdiği kitaplar da aslında öğretmenin –yani anlatıcının– dilini bilmediği kitaplar. Çünkü kitapçıya göre, insanların birbirini anlamaları için aynı dili konuşmaları gerekmiyor. Öğretmenin zamanla, yazıldığı dili bilmese de bu kitapları anlayacağını düşünüyor. Tıpkı köydeki insanları da zamanla anlayacağı gibi.

Kitaba ilk vermek istediği isim “Doğu’m” olmuş; çift anlamlılığından dolayı (İlki coğrafi olarak doğu, ikincisi de geçirdiği bir kış mevsiminden sonraki kendi ikinci doğumu. Çünkü Hakkâri sonrası aynı insan değil), ama sonra vazgeçmiş. “O” adını vermiş. “O” adı hem köyün öğretmeni olan anlatıcıdan hem de köye daha önce gönüllü gelen ve “3 yıl derviş gibi” yaşayan O’dan geliyor.  Aslında bu isim, romanı yazarken sonlara geldiğinde, Kitapçı’nın anlatıcıya verdiği kitabın aslında boş bir defter çıkması ve üzerinde sadece “O” yazması üzerine karar verilmiş bir isim. 

O Hem 3. tekil şahıs hem sayı olarak “sıfır” şeklinde de düşünülebilir. Bir anlamda da hiçlik. Çünkü Ferit Edgü diyor ki: 

Biri inanmakta – bir “şeye”.

Öteki inanmakta hiçbir şeye.

O’da bu iki eğilimi birleştirmeye çalıştım. (Çünkü bu iki sanatçı tipi bir arada yaşıyor bende).

Filmi çekildikten sonra kitabın adı da “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş. “Filmin adı “O” olamazdı. Hakkâri’de bir Mevsim ismini çok kolay verdim, çünkü Arthur Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim şiir kitabı vardır. Oradan esinlendim” diyor. Kitabın sinemalaştırılması fikri, Tezer Özlü’den çıkmış. Filmin senaryosu Onat Kutlar’a ait olsa da diyaloglarını Ferit Edgü yazmış. 

Bir yedek subay öğretmenin kaleminden anlatmaya başlasaydım, roman roman olmayacaktı. Çünkü Hakkâri’ye giden tek yedek subay öğretmen ben değildim…. Ay ışığı gecesini anımsadığımda, romanın kişisini en olmayacak bir yerde, bir dağ başında bir denizci, bir kazazede olarak düşledim. Böylece sorun çözüldü” diyor.

“O” kitabının ilk basımında kapağı için –romanda da geçen- bir labirent düşünmüş, ama ne kadar çalışırsa çalışsın içine sinen bir labirent bulamamış. Artık sonunda kitabı matbaaya vermek zorunda kalmış. Basılmasını beklerken, Paris’ten, Abidin Dino’dan bir posta gelmiş. Bu, rulo halinde bir kağıtmış. Bu resim bir labirent resmiymiş. Abidin Dino’nun bu romanın yazıldığından haberi yokmuş, fakat Paris’ten Ferit Edgü’ye bir labirent resmi çizip hediye göndermiş. Bunu Hakkâri’nin büyüsü olarak görüyor Ferit Edgü: “Hakkâri, bu tür büyülere, alışılmadık, öngörülmeyen olaylara sahne olmuştur hayatımda” diyor.

Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı (1988)

Çocukken en sevdiği mevsim yaz”mış. Ama eylül ayını her zaman sevmiş. “Hüzünlü bir çocuktum ve hüzünlü olmayı da çok severdim” diyor. “Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı” (1988) romanını yazmadan çok önce 10-15 yıl önce- bu adı bulmuş. Bir gün bu başlıkla bir kitap yazacağını biliyormuş ama ne yazacağını bilmiyormuş. Bu roman, düşle gerçek arasında bir roman.

İlk ve son tiyatro oyununu 1961-62 yıllarında Paris’te yazmış; iki perdelik, tek kişilik bir oyun. Londra’dan gelen bir dostu, ‘siz Beckett’ın son oyunu üzerine mi çalışıyorsunuz?’ demiş. Benzerlikler de farklılıklar da varmış. Ama Ferit Edgü bunu duyunca metni yırtıp atmış. ‘Keşke saklasaydım’ diyor.

Ayrıca Ferit Edgü yıllarca yazdığı Günlüklerini de basmayıp, yırtıp atmış.

Kaçkınlar (1959)

Kitap basıldığında  Ferit Edgü Paris’teymiş. Buradaki kişiler, şizofren kişiler. Bu kişilerin bunalımlarını anlatıyor. Dört bölümden oluşan tek bir öykü. Kendinden yola çıkarak 4 farklı karakteri anlatıyor. Akademi’den arkadaşı, Güneş Eskin’in Kaçkınlar üzerinde gölgesi olduğunu söylüyor. “Açıklanması çok zor bir yaşam dostluğuydu. O, mutluluğun değil, mutsuzluğun peşindeydi. Sartre’ı, Camus’yü, Kafka’yı okumamıştı. Hiçliği onun kadar radikal yaşayan bir insanoğluyla karşılaşmadım bugüne değin” diyor.

Minimal (Küçürek) Öyküleri

Çok kısa öyküler, öykünün bir alt kolu olarak kabul ediliyor. Minimalist sözcüğünü resim sanatından alıp, öyküsü için kullanmış. Hiçbir betimlemeye başvurmadan, sıfat kullanmadan ya da elden geldiğince az kullanarak yazdığı öyküler. Ayrıntılardan arındırılmış, öyküyü oluşturan olay en küçük boyuta indirgenmiş metinler. Roman veya öykü gibi bir kurgu yapısına sahip değil, bu yüzden de karakter gelişimi ve öğüt verme amacı yok. Gerçekleri sezdirerek okuyucuya aktarıyor. Öyküde o kadar sadeleşmeye çalışmış ki adeta anlatmak istediklerini sözsüz anlatmaya çalışıyor. Aslında bu minimal öyküler şiir gibi, okurun zihninde anlamı tasarlamasını sağlayarak az sözle çok anlam üretmeyi amaçlıyor. Bu öyküler için, “Hiçbir fazlalık olmasın istiyorum ama hiçbir eksiklik de olmasın istiyorum” diyor. Çoğu zaman bu öyküleri yazmaya başlamadan önce, kendine, “Bir sözcükten yola çık, 20 sözcükten fazla kullanma” diyor. Bunları 1980’lerin sonunda yazmaya ve yayımlamaya başlamış. 10 yıl sonra Fransa’da bazı yazarların öyküleri için, Ferit Edgü’nün kullandığı bu sözcük kullanılmaya başlanmış. Ferit Edgü diyor ki “Türk yazarının böyle bir yazgısı var: Eğer o yazarlardan bir yıl sonra yazmış olsaydım bu öykülerimi, onlara öykünüyor olacaktım. Ama onlardan 10 yıl önce yazdım diye, onların öncüsü olamıyorum.” Bu şekilde yazmaya şöyle karar vermiş: Amerika’ya gittiğinde San Francisco’daki bir galeride bazı resimler görmüş. Sanatçı çöpten topladığı otobüs, tren, tiyatro bileti gibi yaşamın izlerini taşıyan kağıt parçalarını kartona yapıştırarak 20×30 cm boyutlarında küçük yapıtlar oluşturmuş. Ferit Edgü de “Bunun edebiyattaki karşılığı, birkaç sözcükten oluşan öyküler olsa gerek” diyerek bu minimal öyküleri yazmış.

  • Photostilistik: Edebiyatın somut olarak göze de hitap etmesi ilkesinden yola çıkarak anlam vermede kelimelerin kendi anlamlarının yanı sıra, metnin yazılış-diziliş etkisinden de yararlanma anlamına geliyor. Metin içinde farklı yazı karakterleriyle vurgulamalar yapmak, şiir dizelerini andırır düz yazı satırları oluşturmak, metin içi boşluklar bu üslubun belirtileri. Ferit Edgü’nün üslubunun göze de hitap eden özelliğine değinmek için bu ifadeyi kullanabiliriz. 

Yabancılardan Max Frisch, buna önem veren bir yazar (onun ilk mesleği de mimarlık). Ferit Edgü de resim sanatına oldukça yakın, lisans eğitimi de görsel sanatlar üzerine. O da, bu minimal öykülerinin temel ilkesini açıklarken, görsel sanatlardan heykelcilikle öykücülüğün ortak yanına işaret ediyor: “Yontuç (yani heykel), mermerin içinde saklı biçime –yoksa cevhere mi demeliydim?- ulaşmaya çalışıyor, bense dilin içindeki cevhere

Örnek: Şaşılacak Şey adlı 10 satırlık minimal (küçürek) öykünün ilk cümlesi de Ferit Edgü’nün üslubunun bu Photostilistik özelliğine örnek olabilir:

Şaşılacak bir şey; gözleri (sanırım) görmüyordu; kulakları (sanırım) duymuyordu; yayınevine önerdiği romanın adı ise YEMYEŞİL SESLER idi.”

  • Tüm başarısızlıklarım içinde kimi kitaplarımı başarılı gördüğüm olmuştur. Yazmak Eylemi bunlar arasındadır; en kolay, hem de eğlenerek yazdığım kitaptır. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı da öyle” diyor.
  • Tabii yalnızca kendi eserlerini yazmamış; birçok önemli yazarın kitapları, çevirileri için önsözler istemişler, yazmış. Yalnız, roman, öykü, denemeler için değil; resim, sergi katalogları için de yazmış. “Sanırım, André Breton’dan sonra dünyada en çok önsöz yazan benim!” diyor.

Sevdiği yazarlar/şairler

Yazmak ile yaşamayı birbirinden ayırmayan yazarlar. Yabancılardan Kafka, Michaux, Rimbaud, Lautreamont, Beckett; Türklerden Nazım Hikmet, Sait Faik, Oktay Rifat… 80’li yaşlarında verdiği röportajda da “Ben hala yorulmaz bir Kafka, bir Camus, bir Dostoyevsi, bir Turgenyev, bir Tolstoy okuyucusuyum… James Joyce’u da sayayım ama o yorulmaz değil, o biraz yoruyor” Beni var edenlerden biri de Rabelais (Rabüle)’dir” diyor.

Ama tüm bu saydıkları içinde kitabını ilk eline aldığında allak bullak olduğu 5 kişi var: Rimbaud, Lautréamont, Marquis de Sade, Antonin Artaud ve Kafka. Rimbaud: Rimbaud’nun Cehennemde Bir Mevsim kitabını ilk okuduğunda bir sarsıntı geçirmiş, “Demek böyle de yazılabilir” demiş. “Gerçek bir göktaşı” diyor Rimbaud için; “Açıklanması olanaksız bir yaratıcılık olgusu… Hoşlanmadığım ‘deha’ sözcüğünü yalnızca Shakespeare ve Rimbaud için kullanırım. Rimbaud”nunki, Hamlet’in yazarından çok daha açıklanamaz bir yaratıcılıktır

Kafka: Ferit Edgü üzerinde etkisi en derin ve en sürekli olan yazar, Kafka olmuş. Başucu kitabım hep Kafka oldu” diyor. Kafka’yı ilk okuduğunda Rimbaud’yu okuduğu gibi sarsıntı geçirmemiş; ama büyülenmiş adeta. Çünkü Kafka’nın yazdıklarını sanki biliyor da, yeniden okuyor gibiymiş. …“Sait Faik’ten sonra ya da onunla birlikte Kafka’yı anmam boynumun borcu. Kafka ile bir kan bağım olduğuna inandım. Kafka’nın öykülerini, mektuplarını, günlüğünü okuduğumda bu Orta Avrupalı yazarla nasıl ortak noktalarımız olduğunu görüp şaşırmıştım. O bir devdi, bense cüce. Neyse ki devliğinin bilincinde değildi, bense cüceliğimin bilincindeydim.” 

Çehov: Çehov’u gelmiş geçmiş en iyi öykücü olarak kabul ediyor. Ama çok geç hayranlık duyduğu bir yazar. Gençlik yıllarında çok okumuş ama ısınamamış. “Ondaki yalınlığı, basitlik gibi görmüştüm….. ondaki yaşamın içinden gelen zenginliği görmemiştim gençliğimde” diyor. Ama yalınlık tutkusu yıllar içinde onu Çehov’a yaklaştırmış. Çehov’u gelmiş geçmiş en iyi öykücü olarak kabul ediyor. 

Beckett ve Borges: Borges’in öykülerini Avrupa’da pek az kişinin bildiği yıllarda (1950’lerin sonlarında) okumuş. Ölene kadar tüm yazdıklarını günü gününe izlemiş. Her yazardan olduğu gibi Borges’ten bir şeyler öğrenmiş, ama Beckett’tan daha çok şey öğrenmiş. Şöyle söylüyor Ferit Edgü: “Borges, eski iplikle yeni kumaş dokuyordu. Beckett ise yeni iplikle yeni kumaş dokuyordu. Ben hep bu ikincilerin yanında oldum.

  • Ama “Her iyi yazar, ne yazarsa iyi yazar”a inanmıyor. “En büyüklere bakın: Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal… Nice sıradan, yazılmasa da olur metinleri var. Yine de her yazdığı iyidir diyeceğim yazarlar da var. Başta Kafka. Onda hiçbir zaman düş kırıklığına uğramadım. Beckett da öyle” diyor.

Sözcükler: Ansımak ve tansık sözcüklerini oluşturup eserlerinde kullanmış. Hatta “sözcük” sözcüğünü Türkçemize kazandıran Melih Cevdet Anday ile aynı zamanda, birbirlerinden habersiz şekilde, ansımak sözcüğünün daha doğru olduğuna karar verip eserlerinde kullanmışlar.

Yazar olmasaymış, bahçıvan olmak istermiş. “Yazarlıkta ne kadar yetenekliyim bilmem ama bahçıvanlıkta yetenekliyim. Eli yeşil denir, bende de öyle, ne ekersem yeşeriyor” diyor.

Ada Yayınları (1976-1990)

Kurduğu Ada Yayınları Ferit Edgü için çok özel bir yayınevi olmuş. Finansmanını, kurucu ortağı ve yöneticisi olduğu reklam ajansındaki kazancıyla sağlamış. Hayattaki iki takıntısı resim ve kitap olmuş hep. Dolayısıyla ajanstan kazandığı parayı karşılık beklemeden yayınevine harcamış. Bunu bir yatırım olarak değil, bir sığınak, bir liman oluşturma çabasıyla yapmış. “Ada yerine ‘Dost Yayınları’ desem daha doğru olur” diyor. Çünkü hep dostlarının kitaplarını yayınlamış. Başta, İlhan Berk’in şiir kitabını yayınlamak için kurmuş, sonra devam etmiş: Behçet Necatigil, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Salah Birsel, Demir Özlü, Orhan Duru, Tomris Uyar… Sonra sanat kitapları… Hiç zımba kullanmadan, tüm basılan kitaplarda iplik-dikiş kullanmış. Basılan kitaplar, hep el emeği isteyen özellikli ve benzersiz kitaplar olmuş, hem içerik hem basım işçiliği açısından.

  • Alan Ginsberg’in Amerika kitabını da basmışlar. Çevirisini Orhan Duru ve Ferit Edgü birlikte yapmış. Ferit Edgü kitabı Amerika’ya gönderdiğinde, oradan gelen cevapta şair Ginsberg, yollanan kitapların eline ulaşmadığını ama kitapları duyduğunu; telif değil de kitaplardan birkaç tane istediğini yazmış. Kitapları alınca da tüm kitapları arasında basımı en iyi olan kitabı olduğunu söylemiş.
  • Tezer Özlü’nün “Bir İntiharın İzinde” kitabının basım hikayesi.  Ferit Edgü kitabı okuyunca o kadar etkilenmiş ki, benzersiz bu kitabı hemen basmak istemiş. Adının da Bir İntiharın İzinde yerine, “Yaşamın Ucuna Yolculuk” olmasını önermiş. Tezer Özlü beğenmiş ve kabul etmiş. Ferit Edgü kitap üzerine o kadar titizlenmiş ki herhangi bir basımevinde basılmasını istememiş, Fethi Naci’nin hararetle önerdiği bir basımevini, düzeltmen olarak da Adnan Özyalçıner’in son derece profesyonel diye önerdiği bir düzeltmeni tercih etmiş. Yine de herkes gibi 2 değil, 3 prova almış ve emin ellerde olduğunu düşünerek tashih ve diğer düzeltme işlerini düzeltmene ve basımevine bırakmış. Kendisi de sayfa düzeni, karakter ve kapak üzerine çalışmış. Tezer Özlü’den de son prova konusunda herhangi bir eleştiri, düzelti gelmediğinden her şey yolunda sanıyormuş. Ancak kitabı eline alır almaz bir sürü hata ile karşılaşmış. “Ama suç kimsede değil; suç bende. Demek ki virgülle bile benim uğraşmam gerekiyormuş” diyor. “Basılmış 3000 kitabı kalorifer kazanında yakacağım. Sen de (Tezer Özlü) elindekileri yak. Hatıra olsun diye bir nüsha sakla” diye yazıyor Tezer Özlü’ye mektubunda. “Kitap bu yanlışlarla çıksaydı çıldırırdım, çünkü herhangi bir kitap değil” diyor ayrıca. Kitapları yakmamış, yine de kağıtlara kıyamamış Seka’ya göndermiş. Neyse ki kapaklar daha takılmadığından, tüm düzeltmeleri kendi yaparak 3000 kitabı yeniden bastırmış.

Ada Yayınları için, “Dağıtım kuruluşları yaşamasına izin vermediler. Borçlarını ödemediler, dolandırdılar. Maddi olarak değil, etik olarak dayanacak gücüm kalmamıştı. Genç arkadaşlarıma karşılıksız devretmek istedim ama kimse üstlenmek istemedi” diye anlatıyor süreci.

SONUÇ

Büyük bir yazar olmadığımı biliyorum, ama küçük bir yazar olmadığımı da biliyorum” diyor. Ders Notları’nda “Bir tek başarı tanıdığını, bunun da kişinin yaşamını başarması olduğunu” yazıyor. Röportajında da şöyle devam ediyor: “Benimki de bencileyin bir yolculuktu. Başlangıçta tasarladığım yolculuk bu değildi. Bu da doğal. Çünkü bir yaşam önceden tasarlanamaz. Tasarlanan bir yaşamı yaşamak, herhalde çok tatsız olurdu. Tutkularımdan kimini gerçekleştirdim, kimi tutku olmaktan çıktı, kimilerini de gerçekleştirmek isteyip gerçekleştiremedim…. Sartre’ın dediği gibi ‘Her yaşamın öyküsü, ister istemez bir başarısızlığın öyküsüdür.

Hakkâri’de Bir Mevsim’in arka kapağı için bir yazı yazmış, ama bu yazıyı eklememiş. Yazı Ders Notları’nda yer alıyor:

“….kendini ararken başkalarını buldu. Umut dünyası: Belki başkalarını ararken de …. kendimi bulurum diye düşündü. Bir kitapta şöyle bir cümle okumuştu: “Ben bir kızılderiliyim. Evet, Yanki kabilesindenim. Ama bunu benim bilmem bir şey yapmaz. Biri, benden başka biri, bilirse bunu, o zaman başlar benim öyküm.” Bu altı çizilmiş, bilge kızılderilinin gerçeğini, tersine çevirdi O: “Başkalarını bilmeye başladığında başlar senin öykün.” Başkalarını bilmek ya da tanımak, kolay bir şey değildir bu.”

  • Bir kitap, iyi bir kitap bizi dünyaya götürür. Yani başkalarına. Sonra da, istesek de istemesek de kendi kendimize” Ferit Edgü.

KAYNAKLAR

Adnan Özyalçıner (2024). Öykünün ve Yaşamın Özgürlüğünün Öykücüsü: Ferit Edgü, K24, 1 Ağustos.

Ali Teoman (2011). Sessizliğe Övgü, Kitaplık, 146, 20-24.

Ayfer Tunç (2000). Ferit Edgü, Cumhuriyet Kitap, Sayı 516.

Birsen Karaca (2023). Edebiyatta “Ötekilik” Durumları, Hece, 27(314), 49-59.

Feridun Andaç (2024). Bir Ses Gibi Çoğaldınız, Fikir Turu, 22 Temmuz.

Ferit Edgü (1988). Ders Notları, Ada Yayınları, 4. Baskı, İstanbul.

Ferit Edgü (2016). Sözlü/Yazılı, YKY Yayınları, Genişletilmiş 1. Baskı, İstanbul.

Gürsel Aytaç (2000). Edgü’nün Kısa Öyküleri, Cumhuriyet Kitap, Sayı 516.

Hanife Nalan Genç (2020). Ötekinin Ötekisini Anlatan Roman: O/Hakkâri’de Bir Mevsim, Folklor-Edebiyat Dergisi, 26(3), 451-462.

Mahmure Kahraman (2011). Kimse ve O/Hakkâri’de Bir Mevsim Romanlarında Folklor Öğeleri, Kitaplık, 146, 25-33.

Murat Yalçın (2011). Ferit Edgü: İyi Bir Kitap Bizi Dünyaya Götürür, Kitaplık, 146, 5-14.

Mustafa Kurt (2009). Varoluşçuluğun Türk Edebiyatına Girişi ve İlk Etkileri, Gazi Türkiyat, 4, 139-154.

Mutlu Deveci (2003). Ferit Edgü’nün Beklenmeyen Konuk Adlı Öyküsü Üzerine Bir İnceleme, Türkoloji Dergisi, 16(2), 181-192.

Mutlu Deveci (2012). Ferit Edgü – Varoluş ve Bireyleşme, Sel Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul.

Necati Mert (2000). Modern Öykünün Serüveni: 1940’tan Günümüze, Hece, 4(46/47).

Necati Mert (2004). 1950 Kuşağı: Varoluşçular/Bunalımcılar, Hece Öykü, 6, 36-45.

Notos (2018): Ferit Edgü: Yalınlığın Derinliği, Nisan-Mayıs, 69.

Özge Kılıç (2018). Ferit Edgü’nün Romanlarında Yabancılaşma, Trakya Üniversitesi S.B.E. Yeni Türk Edebiyatı A.B.D., Yayımlanmamış Y.L. Tezi, Edirne.

Tunç Tayanç (2011). Ferit Edgü’nün “Ada”sına Yolculuk, Kitaplık, 146, 34-52.https://www.youtube.com/watch?v=8X3LlGCZ_tU , E.T.: 05.08.2024

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir