Türk edebiyatında öykü dendiğinde akla ilk gelen isimlerden ve modern öykümüzün kurucularından; doğayı korumaya yönelik ilk duyarlılığı geliştiren yazarlardan. Kendi dönemi içinde öyküde yeni bir çığır açmış. Ömer Seyfettin’den sonra öyküdeki ısrarıyla, bu türün edebiyatımızda yerleşmesinde, sevilmesinde, saygınlık kazanmasında öncü rol oynamış. Türk edebiyatında adeta her şeyin öyküleştirilebileceğinin; disiplinsiz, hesapsız da öykü yazılabileceğinin kalıcı örneklerini vermiş. Eserlerinde, gündelik yaşamımızda varlıklarını bile hissetmediğimiz insanların sıradan yaşamlarını, “tutunamayanları”, bir köşeye itilmişleri, sokak serserilerini, balıkçıları gündeme getirerek “küçük insan” kavramını içtenlikle Türk öykücülüğüne kazandırmış. Hatta zaman zaman kendi öykücü kimliğiyle alay da etmiş. Sanki bir sohbet havasında, müdahil yazar tavrıyla, adeta okurla birlikte öyküyü kurgulamış. Fethi Naci’ye göre “Özgür hikayenin mucidi”. Behçet Necatigil’in deyişiyle “Yığınların içindeki gizli dramı bulup çıkar[mış].”
Garip, şiirde nasıl İkinci Yeni’yi hazırlamışsa; Sait Faik de kendinden sonra gelen 1950 kuşağının modernist yazarlarına nereden başlamaları gerektiğini göstermiş, onları derinden etkilemiş. İlham verdiği 1950 kuşağının temsilcileri, mekan olarak köyü veya taşrayı değil şehri seçip şehrin bunalan insanını anlatmaya başlıyorlar. Hatta Sait Faik, İkinci Yeni şairlerini de etkilemiş. Öyle ki Ece Ayhan, Sait Faik’i İkinci Yeni şiirinin yerli kaynaklarından sayıyor. Çünkü metinlerinin biçimi düzyazı, özü şiir. Yalnız bu konuda Atilla İlhan’ın şöyle bir görüşü var: “Sait olayı şiir olarak görür, fakat şiir olarak söyleyemezdi, şiir diline dökme yetisi yoktu. Şiirlerinde kullandıkları şiirsel imajlardır; fakat lafları cümledir, mısra değil.” Yalnız onun bu sözü de tartışılmıştır.
Bu yazım şekliyle bile Sait Faik, Cumhuriyet dönemi öykücülüğünde bir kırılma noktası. Getirdiği bakış açısı, tarzı ve üslubuyla öyküde yeni bir ufuk, yeni bir başlangıç ve yeni bir esin kaynağı olmuş. Devrinde tanımlanamayan, sınıflanamayan bir yazar. Anlatılarında düş ile gerçek, yan yana. Zamanında, dili kullanmadaki özensizliğinden, cümle yapısındaki savrukluktan dolayı eleştirilmiş; ama kendi algı, duyuş ve seziş gücüyle Türkçenin imkanlarını birleştirerek, kendi gramerini de oluşturacak biçimde özgün kullanabilen bir anlatma ustası. Aslında onu özgün yapan da bu zamanında “savruk” diye eleştirilen ustalıklı dili. Çünkü savrukluğunda da gizli bir ahenk var. Sait Faik yazdığında, okur daha bu dile hazır değildi. Bu durumla ilgili Sabahattin Kudret Aksal diyor ki “Sait Faik edebiyattan hoşlanacak bir okur topluluğunu hazır bulan talihli yazarlardan değildi. Okurunu yetiştiren, eğiten, okuruyla birlikte oluşan bir yazardı.”
Rasim Özdenören’e göre Sait Faik, “Alemdağ’da Bir Yılan Var’ demeyip, ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ dediği gün, Türk öykücülüğünde yeni bir safhanın doğumuna temel atmış. 50 Kuşağı öykücülerinin yolunu bu öykü açmış. Ama onun bu cümleyi kurabilmesi için yıllarca geleneksel tarzın yollarında yürümesi gerekiyordu.
Onu yazar olarak ilk keşfedenlerden Peyami Safa, bir dargın bir barışık olduğu Sait Faik için “Nesrinde mahzun ve sevimli bir çocuğun kekelemesi vardı” diyor. Ona göre, hikâyeleri bir sigara paketi arkasına acele çizilmiş krokiler gibi natamam. Ahmet Hamdi Tanpınar da Sait Faik için “Dışarıda gördüğünü kendi içinde arayan adamdır” der. O zaman aslında Tanpınar da kendi içinde gördüğünü dışarıda arayan adamdır. Yani aslında Sait Faik’in tam tersi (Jale Özata Dirlikyapan’ın ifadesiyle).
Ferit Edgü de şöyle diyor: “Dostoyevski’nin, ‘hepimiz Gogol’ün paltosundan geliyoruz’ dediği gibi, ben de, benim kuşağımın öykü yazarlarının büyük çoğunluğu da, Sait Faik’ten geliyoruz.” Ahmet Büke Türk öykücüleri için “Hepimiz Sait Faik’in kayığından çıktık” diyor. Mahir Ünsal Eriş “Onun öyküsünde kimi zaman tek bir cümleye sığdırdığı duygu, anlam, renk, koku, tat, içine nice kitapları alabilecek büyüklükte ama yine de şaşırtacak yalınlıkta olabilir… O yalın ve durgun ama içten içe de coşkun anlatıma yaklaşabilmekten başkaca muradım, emelim yoktur” diyor.
Mehmet Kaplan Sait Faik ile ilgili “Varlığı parçalanmış bir bütün olarak hisseder. Bundan mustarip olur; insanları, hayvanları, nebatları ve eşyayı sevgi ile kucaklar; sevgisi ile her şeyi birbirine bağlamaya çalışır” diyor.
Yaşar Nabi’nin söylediğine göre: “Halktan ayrılan, halktan üstün görünmeye çalışandan hiç hoşlanmazdı. Yedi-sekiz yaşlarındayken babasının aldığı bir bahriyeli elbisesini, başka çocuklar böyle şey giymiyor diye dünyada giymeye yanaşmamış. Demek ki bu, herkes gibi olmak, herkese uymak isteği onda sonradan edinilmiş bir his değildir, doğuşundan gelme bir tabiattır… Onu lüks lokantalarda, süslü pastanelerde gören olmamıştır… İnsanları sınıflara ayırmazdı, daha doğrusu onları toplum içindeki mevkilerine ve yaptıkları işlere göre değil, insanlık duygularına göre sınıflardı” ve ekliyor: “Tamam, huysuzluğu, geçimsizliği vardı ama yalan dolan, dalavere bilmez, bir çocuk kadar saf tabiatlı olduğundan her söylenene inanan biridir.”
Celal Sılay’a göre “Kötüyü bilir, alıktan hoşlanır, zekiyi severdi. Hiç kimsenin ardından laf ettiği işitilmedi. Kötüyü yüzüne karşı kötülerdi”
Leyla Erbil’in anlattığına göre, Sait Faik her insana bir değil, iki defa bakarmış, çifte bakış. Her insanın ruh dünyasında bir ikizi olduğunu düşünürmüş; ikizi ama birbirine tezat ikizi olduğunu…
Yalnızlığı
Saik Faik, etrafındaki dost ve arkadaşlarıyla samimi ve dostane bir bağ yerine bir dereceye kadar ilerleyen, fakat karşısındakinin hiç anlayamadığı bir sebepten birdenbire bitiveren bir ilişki içinde olmuş. Onun hep kendini yalnız hissetmesinin sebebi, hem etrafa olan güvensizliği hem de hikâyelerinin başka bir dosta yer bırakmayacak ölçüde yoğunluğu olabilir. Belki de bozuşmaların, küslüklerin ardından hep cebindeki metne sığınmasının nedeni de bu.
Sait Faik ile ilgili bu anılar onun, yaşama, dostlarına, arkadaşlarına ve sevdiklerine karşı seviyeli bir tutum içinde olduğunu gösteriyor. Ömrünce onu seven dostları çok olsa da iç dünyasında hep yalnız kalmış ve bunun acısını çekmiş Sait Faik. Oysa hikâyelerinde son derece içten ve sıcak.
Yaşar Kemal “Bazı adam vardır; insan, yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık… Bu adamın (Sait Faik’in) üstünden başından da yalnızlık akar.”
Haldun Taner, Sait Faik’in her şeyden önce yalnız bir insan olduğunu ve bu durumun onu çok üzdüğünü ve hatta “lüzumsuz bir aşağılık kompleksi”nin ortaya çıkmasına sebep olduğunu ileri sürüyor. Ayrıca “Kendini olduğundan yaşlı, işi bitik ve çirkin görüyordu. Bu da üzgünlüğünü ve yalnızlığını artıran sebeplerden biri oldu” diyor Haldun Taner.
Samim Kocagöz, Sait Faik’in mizacına yönelik diyor ki; “Sait Faik birine sövdü saydı mı, adam yerine koyuyor demektir… Yabancılara karşı, kalabalık içinde çok çekingen, kibar, efendi bir adam olurdu.” diyor. Ayrıca: “… herkese pek yaklaşmayan, derdini açmayan ama yalnızlıktan çok korkan, çelişkili mizaçlı bir kişiydi. Herkes ona yaklaşır, sevgi gösterirdi ama o, hemen herkese kuşku ile bakardı. Belli etmezdi ama çok alıngandı” diye anlatıyor. Salâh Birsel, Sait Faik’in sevmediği adamlara sövmediğini onun sözlüğünde “ulan kerata” sözünün“ iki gözüm, cancağızım” anlamına geldiğini anlatıyor.
Sait Faik’in çok fazla arkadaşı var. Ancak Sait Faik ile konuşmanın bile çok zor olduğunu söylüyor Oktay Akbal, onunla resmî konuşulursa kızdığını, “onun gibi” küfürlü konuşulursa da kırıldığını, bu yüzden Sait Faik ile konuşurken bile dikkatli ve özenli olunması gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Çok zordu Sait’le dostluk etmek………. Yaradılışı bakımından o çevresinde hep aynı insanlar bulunsun istemezdi. Hatta bazen sokak ortasında doğru dürüst konuşurken sizi bırakıp, giderdi…” Sait Faik için “zamklı adam” (Zamklı: Yani kime dokunsa kendine çeken) diyen Celal Sılay, onun “gönlü kimi çekerse onunla konuşur, neyi isterse oraya giderdi, kızar bağırırdı; küser darılırdı, sever şakalaşırdı, iter kakardı. Öyle içli dışlı olmak, bir adamda kalmak, bir köşeye büzülmek, uzun konuşmak, entelektüel laflar etmek filan, onun yapacağı şeyler değildi.
Hayatı (1906-1954)
18 Kasım 1906’da Ramazan Bayramı’nın ilk günü doğmuş (Doğum gününe 22 Kasım dense de, Ramazan Bayramı’nın ilk günü doğduğu bilgisiyle hesaplandığında 18 Kasım oluyor). Bu yüzden annesi “kutlu” anlamına gelen “Sait” ismini vermek istemiş. Nüfusa babasının adı Mehmet ile birlikte Mehmet Sait olarak kaydolmuş, zamanla amcası ve babasının da göbek adı olan “Faik” ismini almış. “Abasızlar” lakabı, Sait Faik’in dedesi Seyyid’in (Sait) babası olan Celep Mehmed’e bir taka seyahatinde abasının suya düşmesi üzerine arkadaşları tarafından takılmış. Daha sonra ailenin yaşadığı çevrede “Abasızlar/Abasızzâdeler” olarak anılmaya başlamışlar. Soyadı Kanunu gelince, Sait Faik’in isteğiyle soyadları Abasıyanık olmuş. Adapazarı Semerciler Mahallesi’nde dedesinin o muhitteki okur-yazar isimlerin buluşma noktası olan bir kıraathane işletmesi ve Sait Faik’in böyle bir ortama doğması ileride kaleme alacağı hikâyelerde mahalle kahvelerinin vazgeçilmez mekanlar oluşunu bir nevi açıklıyor -hikayelerinde kahve/kahvehane ismini 379 kez kullanmış. Öyle ki bir röportajında “Hikâyeci olmasaydınız ne olmak isterdiniz?” diye ona sorulduğunda, kahveci olmak istediğini belirtecek kadar önemli bir mekan kahveler, onun için.
Tahrirat kâtipliği (Resmi yazı işlerini yöneten) görevinde bulunan babası Mehmet Faik, 1910 yılında Karamürsel’e tayin edilmiş. Sait Faik’in denizle ilk teması da bu sırada olmuş. 3 yıl sonra babası istifa edip ticarete girişmiş ve başarılı olmuş. Babası ile yakın bir ilişkisi olamamış; hep mesafeli olmuşlar. Birbirlerine sevgilerini gösterememişler. Baba-oğul ilişkisi ile ilgili Figen Alkaç, “Sait Faik’in söylenmesi kolay görünen ama benzeri yapılmak istendiğinde güçlüğü ortaya çıkan yazı ve öykü dünyasını yaratan unsurun babasının gözü olduğunu düşünüyorum; hiçbir işte tutunamayan oğlunu beğenmeyen babanın gözü. O gözle beğenilmeyip kabul görmeyince, ne kadar arasa da beğenmeyeceği hikayelere sürüklenen Sait Faik” diyor. “Sevgiyi hissettiği bir cümleye sığabilse, bu kadar arar mıydı?” diye de soruyor.
Adapazarı’nın ileri gelen ailelerinden annesi Makbule Hanım’ın iki önemli özelliği var: Birincisi, otoriter. Bütün işlerin kendi iradesine uygun yapılmasını istiyor. İkincisi, olayları tasvir gücüne ve aynı konuyu değişik açılardan değerlendirme yeteneğine sahip. Annesinin bu özelliklerinin Sait Faik’e de yansımaları olmuş. Sait Faik üzerinde bir hâkimiyet kurmuş, her işi istekleri doğrultusunda yapmış. Bu durum da Sait Faik’te kendine yetememe, sorumluluktan kaçma ve annesini her daim dayanak olarak görme özelliklerini belirginleştirmiş. Sait Faik, metinlerinde de Annesi Makbule Hanım’ın onun üzerinde yarattığı bu etkiyi belli ediyor.
Amcaoğlunun ifadesine göre çocuk Sait Faik, “…yaramaz, haşarı, arkadaşlarıyla çatışan, …. kavgacı bir ruha sahip.” Annesi de “Oğlumuz garip ruhlu bir çocuktu. Yaramazlığından ötürü ondan yaka silkiyorduk.” diyerek bu ifadeyi doğruluyor. Garip ruhlu bir çocuk olması ise yazarın sanatkâr yapılı biri oluşuna kanıt görülebilir. Çünkü ailesinden dahi sakladığı düşünce ve arzuları, belki de sadece hikâye yazarken ortaya çıkmış. Sanatçı ruhunun doğurduğu tavırlar, kayıtsızlık ve sıra dışılık kendi dışındaki herkese garip gelmiş. Babası tüccar olmasını istemiş, annesi hariciyeci; ama o, eğitimin onu götürebileceği konumun çok daha ötesine sanatçı kişiliğiyle ulaşmış. Çimen Günay Erkol, Sait Faik’te bir “Peter Pan Sendromu” olduğunu yazıyor. Yani hep çocuk kalma arzusu, büyüse bile, çocukça tavır ve tutumlarını sürdürmesi. Hayatına bakıldığında bu görüş haklı gibi görünüyor.
Anne-babasının ayrı olduğu 3 yıllık dönemde Sait Faik’in babası onu bir akrabasına emanet ediyor, annesini yalnızca haftada bir görebiliyor. Babasının bu ayrılığı, Sait Faik’in “Babamın İkinci Evi” hikayesinin de konusu oluyor. Daha sonra anne-babası bir araya geliyor. İyi bir eğitim almasını isteyen ailesi, Adapazarı’ndan İstanbul’a göçüyor. Sait Faik, İstanbul Erkek Lisesine yazdırılıyor. 10. Sınıftayken yaşanan İğneciler Hadisesi’ne kadar bu okulda okuyor. Olay sonrasında Sait Faik’in sınıfındaki herkes -41 öğrenci- farklı okullara gönderiliyor. Sait Faik de liseyi Bursa Lisesinde 3 yıl yatılı olarak okuyor. Bu okulda “sınıfta sakin ve dalgın, bahçede yalnız” olarak tarif ediliyor. İğneciler Hadisesi ise şu şekilde: “22 Ekim 1925 günü Arapça öğretmeni Seyid Salih Efendi onuncu sınıfta okuyan Abasıyanık ve arkadaşlarının bulunduğu sınıfa ders vermek üzere gelir. Öğrenciler hocalarını selamladıktan sonra otururlar. Hoca sandalyesine oturduğunda bir iğne batar. Böyle bir muameleye maruz kaldığı için oldukça sinirlenen Seyid Salih Efendi müdürün odasına gider ve durumu dönemin okul müdürü olan Almanca öğretmeni Besim Bey’e anlatır. Durumun anlaşılması için okulun marangozu gelip bakar ve sandalyeye konulanın iğne değil, çuvaldız olduğunu görür. Öğrencilerden biri marangozhaneden çuvaldız ve matkap alarak oraya koymuştur. Marangoz, çuvaldız ve matkabı alan öğrenciyi hatırlamadığını söyler. Okulda yaşanan bu kötü olay üzerine bir soruşturma açılır. Öğrenciler önce teker teker, ardından toplu bir şekilde sorguya çekilir fakat hiçbir öğrenci suçu üstlenmediği gibi yapanın kim olduğunu da söylemez.” Ayrıca Sait Faik’in arkadaşları arasındaki lakabı “H2O”, sulu Sait olarak anılıyor.
Savaş dönemine denk gelmesi ve sınıf tekrarları nedeniyle yirmi iki yaşında bitirdiği lisenin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji (Darülfünun) Bölümündeki eğitimini yarım bırakıyor. Normalde o zamana kadar okuldan nefret etmiş, zoraki okumuş. Ancak kendi isteğiyle girdiği bu okuldaki öğrenimini yarıda bırakmasının sebeplerinden biri olarak “Uygurca” dersini gösteriyor: “Edebiyat Fakültesini bitirebilirdim –üçüncü sınıfa geçmiştim.- Bitirmek istemeyişime sebep, Uygurca öğretmeye kalkmaları oldu. Uygurca öğrenmemek için fakülteyi terk ettim.” Başta Türkoloji’yi güzel yazı yazmanın inceliklerini öğreten bir edebiyat okulu sanan; sanat türü olarak edebiyat yapmayı/hikâye yazmayı kurallarıyla kavramanın öğretileceğini düşünen Sait Faik, oranın daha çok dil ve edebiyat alanında incelemelerle ilgili olduğunu, bilim dalı olarak yaklaşıldığını görünce kendine başka ufuklar arıyor. Ancak bu dönemde sanat ve edebiyat çevresiyle tanışmaya başlıyor. Sait Faik’in okul ile arası pek iyi olmamış. Belki de bu sebeplerle yazmaya, yazıda konu edindiklerine geniş bir perspektifle bakmış olabilir. Üniversiteden mezun olamasa da edebiyat hakkındaki bilgisiyle etrafındakileri üçe dörde katlayan bilgiye sahip olmasına rağmen, bunu göstermeyi tercih etmeyen bir yapıya sahip diyor Sevengül Sönmez. Ayrılınca İstanbul’da bir süre aylaklık ediyor, birçok yazar/şairle tanışıyor. Daha sonra yurt dışına gidiyor.
İlkin ekonomi okusun diye İsviçre’ye gönderiliyor ama İsviçre’deki düzenli yaşam ve ekonomi, mizacına uymadığı için Fransa’ya gitmeye karar veriyor; Fransa Grenoble’e gönderiliyor. Sait Faik orada 4 dönem edebiyat okuyor ve okulu bitirmiyor. Burada geçen olayların bir kısmı, Semaver ve Sarnıç’taki kimi hikayelerinde yer alıyor. Orhan Kemal iş güç sahibi olması için telkinde bulunduğu zaman, “Peki şu Fransa’da tahsil, Grenoble filan?” diye soruyor. Sait Faik cevaben, “Oralara okumak için gitmedim ki ben!” diyerek “gezmek, eğlenmek” için gittiğini söylüyor. Fransa, Sait Faik’in hayatının gidişatının önemli belirleyicilerinden biri oluyor. Fransa’dan döndükten sonra 6 ay Türkçe öğretmenliği yapıyor; ama derslere sürekli geç kalması ve sınıfta hakimiyeti sağlayamaması gibi sebeplerle öğretmenlikten ayrılıyor. Bir süre babasının kereste işini devam ettirmek istiyor, fakat başarılı olamıyor. Bu bir işte tutunamama durumunu, “Ben Ne Yapayım?” adlı hikayesinde şöyle anlatıyor: “Ayda kırk beş lira ile bir gazeteye kapılanmak bile mümkün değil. Muallimlik yapamam. Kendim bir şey bilmiyorum ki başkalarına öğreteyim. Hem çocuklar üç günde tepeme binerler.”
Sait Faik ve Öykücülük
Öykücülükte 2 tarz var: Guy de Maupassant ve Anton Çehov tarzı. Sait Faik’in tarzı da Çehov.
- Maupassant’ın tarzı “Olay hikayeciliği”. Yani öyküde olay esas. Hikaye mantıklı bir şekilde ilerler, merak, entrika var ama okuyucunun hikayeyi yorumlamasına izin verilmez. Serim-düğüm-çözüm planına uyulur.
- Çehov’un tarzı “Durum veya Kesit hikayeciliği”. Olay önemsiz hale gelir. Bir anlık düşünce, imge, bir kesit, temeli oluşturuyor. Serim-düğüm-çözüm anlatım planı bulunmadığından, öykünün belli bir sonu da yok, belli bir başlangıcı da yok. Merak, heyecandan çok duygu, düşünce ve hayaller ön planda; kesinlik yok. Olaylar özenle seçilmez, her insanın her zaman her yerde karşılaşabileceği durumlardır. Bizdeki ilk temsilcisi Memduh Şevket Esendal, ama bu tarzı edebiyatımıza yerleştiren, Sait Faik.
Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik konuşma dilini öyküye almışlar. Sait Faik’in sevgisi, algısı sadece insana değil, bütün bir varlığa; tabiata, denize, gökyüzüne, kurda kuşa, ağaca, balığa ama özellikle insana. En çok da insanın haksızlığa uğramışına. Çünkü insansız hiçbir şeyin güzelliği yok. Bu sebeple, onun dili daha çok sokakların dili.
Türk Öykücülüğünde 1970’lerden sonra öyküde Sabahattin Ali tarzı, Sait Faik tarzı diye bir ikilik ortaya çıkmış olsa da Sabahattin Ali yaşarken kendi döneminde en çok beğendiği öykücü olarak Sait Faik’i söylüyor; onlar yaşarken aralarında bir ikilik yok. Sait Faik, insanların hayallerinin gerçek olduğu, mutlu olduğu, haksızlıkların olmadığı, özgür bir dünyayı arzuladığını vurguluyor; ama örneğin Sabahattin Ali’deki özgürlük anlayışı “toplumsal” bir görüşün yansımasıyken, Sait Faik’te bu sadece “bireysel” bir proje. Yani o insanın her istediğini yapabildiği, toplumsal baskıları hissetmediği “hümanist” bir bakış açısı ile özgürlüğü savunuyor. Bu tavrıyla da öykücülüğümüzün ana damarlarından Ömer Seyfettin ve Sabahattin Ali çizgisinden ayrı, yepyeni bir alan yaratıyor kendine. Hatta Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna eserinin adını “Lüzumsuz Adam” koyacakmış Raif Efendi karakteri için, ama vazgeçmiş. Daha sonra Sait Faik’in eserlerini de yayımlayan Yaşar Nabi Nayır, Sait Faik’e hikayesi için bu adı önermiş ve Sait Faik’in Lüzumsuz Adam hikayesinin adı bu şekilde koyulmuş.
- Sait Faik’in hikayedeki yenilikçi tarzı üzerine şöyle bir anekdot anlatılıyor: “Necip Fazıl, Sait Faik’in gönderdiği bir hikayeyi yayımlarken başına “Adam olanları şöyle anlattı:” gibi bir ifade eklemiş. Hikâyesini bu haliyle dergide görünce Sait Faik şok olmuş, öykümü mahvetmişler diyerek saçını başını yolmaya başlamış. Necip Fazıl, hikayede Maupassant tarzı anlayışla yazıyor (giriş-gelişme-sonuçlu hikaye). Sait Faik ise bu tarzın dışında yeni bir tarz geliştiren bir hikâyeci. Aslında tam da hikayesinin başına eklenen o cümleyi kaldırmış olmasıyla yeni. Ona otodidakt biridir, diyebiliriz. Ustasız bir öykücü Sait Faik, kendi tarzını oluşturuyor.
Sait Faik bu yeni anlatı tarzında, toplumun sorunlarına değil, bireyin toplum içindeki sorunlarına yöneliyor. Hikayelerinin konusunu toplumdaki silik-sıradan kişiler, sıradan olaylar, sıradan mekanlar oluşturuyor. Amacı bir ders vermek, bir şey öğretmek değil. Ayrıca Sait Faik “edebiyat üzerine konuşmayı hiç sevmeyen” biri. Onun görüşlerini hayata yaklaşımında yakalamak mümkün. Mesela; bir dost meclisinde Sait Faik, etrafındakilere ıstakoz ısmarlıyor. En iyisini seçtikten sonra kırmaya başlıyor ve içindeki eti tabağa ayırıyor. Aralarında eleştirmenlerin de olduğu topluluğa “İşte böyle; kimi insanların içi koftur, hiçbir şey çıkarılamaz. Kimileri de işte böyle doludur. Öykücünün işi bunu bulmaktır” diyor.
Sait Faik Hikâyeciliğinde Dönemler
Fethi Naci Sait Faik’in hikâyelerini “ilk dönem”, “ikinci dönem” ve “son dönem” olmak üzere üçe ayırıyor:
- İlk dönemde eserlerinde “insan sevgisi-yaşama arzusu” temelli edebiyat hakim (1936-1940). Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940). Onun gözünde zengin-fakir, çocuk-yaşlı, burjuva-köylü gibi insanları niteleyen ve birbirinden ayıran kalıplaşmış farklılıklar yok. İlk dönem hikayelerinde klasik hikaye tarzında yazıyorken (Semaver gibi), sonraki dönemlerde –özellikle Sarnıç’la beraber klasik hikayeden uzaklaşmaya başlıyor. Klasik hikayeden tam anlamıyla uzaklaşması, onun ikinci döneminin başlangıcı sayılan Lüzumsuz Adam’la oluyor.
- İkinci dönem (1948-1952 yılları arası). Bu dönem kitaplarında insan sevgisi ve yaşama sevinci, yerini dünyaya ve insanlara karşı siteme bırakıyor. İlk dönemdeki insan sevgisinden insan korkusuna, güvenden güvensizliğe, iyilik fikrinden kötülüğe, insandan uzaklaşmaya, umutsuzluğa ve şehirden nefrete” yöneliş var. Bu karamsar ve ümitsiz ruh halinde, yakalandığı siroz hastalığının da etkisi olduğu düşünülüyor. Geçirdiği hastalık, dünyayı algılayış biçimini de değiştiriyor. Teşhisten sonra çıkardığı, bu dönemdeki ilk kitabı Lüzumsuz Adam (1948) ve burada anlatıcı topluma, şehre hatta kendine bile yabancılaşmış.
“Yedi senedir bu sokaktan gayrı İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış gibime geliyor da şaşırıyorum… her insandan korkuyorum.” (Lüzumsuz Adam)
[Bazı eleştirmenler, Şahmerdan ile arasındaki sekiz yıllık suskunluğun sebeplerinin Medar-ı Maişet Motoru’nun toplatılması ile “Çelme” (1937/1940) ve “Kestaneci Dostum” (1942)’un kovuşturmaya uğraması olduğunu belirtiyor]. Son Kuşlar’a (1952) kadar bu dönem sürüyor. İlk dönem hikayelerinde yazar olarak yer almıyor, anlatıcı var sadece; ama ikinci dönemden -Lüzumsuz Adam’dan- itibaren yazar olarak varlığını hissettiriyor.
Medar-ı Maişet Motoru, Kumpanya ise kısa hikayeden romana geçme uğraşı verdiği, bunlardan bahsederken kendisinin roman yerine hikaye diye bahsettiği metinleri. Havada Bulut (1951) ise birbirine bağlı öykülerle bir roman tınısı veriyor- zaten 1946’da bir dergide ilk tefrika edildiğinde de roman üst başlığı ile çıkmış. Havada Bulut’ta yenilikçi biçimde, bir üst kurmaca ile dış hikaye akmaya başlıyor.
- Üçüncü dönemde Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabı onun hikayeciliğinin kırılma noktası; burada sürrealizmin izleri sürülebilir. İlk dönemde dış dünyayı anlattığı hikayelerinde realist, ama kendini anlattığı son dönem hikayelerinde sürrealist. Örneğin “Öyle Bir Hikâye”deki karakter, anlatıcının cebine giriyor; “Yılan Uykusu”nda rüzgârla birlikte odaya kuş, ağaç giriyor. Bütün bunlar Sait Faik’i sürrealizme yaklaştırıyor denebilir. Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabındaki hikayeler, Sait Faik’in ömrü vefa etseydi, onun bambaşka bir alanda ilerleyeceğinin sinyalini veren hikayeler. Yalnız insana dair umutsuzluk burada da sürüyor. “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor” diyor Alemdağ’da Var Bir Yılan’da.
“Alemdağ’da Var Bir Yılan” hikayesi, bir öykü kuşağının miladı. Bu öykünün yer aldığı kitap, 1950 kuşağını doğuran kitap olarak kabul ediliyor. Aynı zamanda doktoru da olan Fikret Ürgüp diyor ki, “Gerçek Sait Faik Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki kitabın ruhudur, gerçek Sait Faik’i orada bulabilirsiniz”. Buradaki sürrealizm, Sait Faik’in realitesi. Fikret Ürgüp ve Sait Faik, Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabındaki ilk üç hikâyenin (“Öyle Bir Hikâye”, “Yalnızlığın Yarattığı İnsan” ve “Alemdağ’da Var Bir Yılan”) “sürrealist bir filmini” çekmeyi planlıyorlar ama para bulamadıkları için bunu gerçekleştiremiyorlar.
Alemdağ’da Var Bir Yılan’dan önceki hikayeleri için Bilge Karasu diyor ki “Eski hikayelerinde anlatılmak istenen, anlatılanın hep önünde koşar.”
Alemdağ’da Var Bir Yılan’ın adının da ilginç bir hikayesi var: Sait Faik, bu kitabın hikayelerini Yaşar Nabi’ye gönderiyor. Bu sırada bazı hikayelerin ve kitabın adı henüz yok. Hatta ilk hikayenin adı olmadığından, madem adı yok, “Öyle Bir Hikaye” koyalım diyor Yaşar Nabi. Öyle mi Böyle mi olsun diye de tartışıyorlar. Sonunda ilk adda karar kılıyorlar. Daha sonra Sait Faik’ten, kitabın adının “Alemdağı’nda Var Bir Yılan” olarak yazılmasını istediği haberi geliyor Yaşar Nabi’ye; ayrıca 3. hikayenin adının kitabın adıyla aynı olmasını istediğini söylüyor telefonda. Yaşar Nabi emri verdiğini ilk formanın basıldığını söylüyor. Sait Faik duramıyor, bu kez de matbaayı arıyor, baskıdaki çalışanlara ulaşıyor. Onlar da daha kitabın basılmadığını söyleyince Sait Faik “Daha makineye atılmamış, aman adı değiştir, gücenirim” demiş Yaşar Nabi’ye. Böylece kapağı yeniden düzenlemişler, sayfa başlıkları değişmiş; ama yine de Sait Faik’in istediği olmamış. Çünkü Sait Faik Alemdağ’da Var Bir Yılan olmasını isterken, haber ağızdan geldiği için Yaşar Nabi bunu ‘Alemdağı’nda Var Bir Yılan” anlamış. Sait Faik bu hatalı baskıyı bir arkadaşına imzalayıp verirken “ın” harferini eliyle silerek vermiş hatta. Sonraki baskılarda düzeltmişler.
Hikayelerinde yapılan değişikliklere bir örnek de şöyle: Necip Fazıl’ın çıkardığı bir dergide Sait Faik’in “Kalorifer ve Bahar” isimli hikayesi yayımlanıyor. Yalnız Necip Fazıl Sait Faik’in soyadını Adalı olarak yazıyor. Bunda Sait Faik’in Adapazarlı olmasının etkisi de olabilir. Çünkü Necip Fazıl’ın Sait Faik’e Adalı soyadını yakıştırdığı tarihte onun Burgazada ile henüz hiçbir ilişkisi yok. Sait Faik bundan pek hoşlanmayıp soyadının Abasıyanık olarak düzeltilmesini istiyor. Sait Faik’in yakın arkadaşı Abidin Dino, onun bu konu ile ilgili hoşnutsuzluğunu bildiğinden Ses Dergisi’ndeki yazısında şöyle yazmış: “Sait Faik Adalı’nın soyadı Abasıyanıktır. Sait Faik Adalı Abasıyanık’ı tanımakla yeni bir ada keşfetmiş kadar sevinebilirsiniz. Adalı’nın adası bir dünyadan büyüktür, içinde her şey var.” Ayrıca Sait Faik’in “Havada Bulut” hikayesinin adı da aslında Kovada Bulut’muş. Necip Fazıl yine bu ismi değiştirerek basım sırasında Havada Bulut’a çevirmiş.
Nasıl yazar?
Sait Faik’in metni, edebi türlerin sınırlarında gezinir gibi. Hikâyelerin dili bazen deneme veya söyleşi havasında; bazen de şiirin çok katmanlı, imge yoğun ve çağrışımlarla örülü yapısını yakalıyor. Tarık Buğra onun için “Yazmak için yaşardı” diyor. “Bir şeye yaramasını düşünerek yazmaz, yazmak için yazardı” diyor Celal Sılay.
Lisedeyken edebiyat öğretmeni Mümtaz Bey, Sait Faik’in bir yazı (tahrir) ödevinin altına düştüğü notta şöyle diyor: “Yarın bunları neşredeceksiniz. Daha itinalı olmanız lazım.” Sait Faik de bir röportajında öğretmeninin bu sözünü hatırlayıp “Hala itinasız neşredip duruyorum. Mümtaz Bey’e de bir kitap bile gönderemiyorum.” diyor.
Sait Faik’te bazen yeri geliyor ‘dil, anlatma isteği karşısında aciz kalıyor’ deniyor. Aziz Nesin, bu konuda şöyle söylüyor: “Okuduğum Sait Faik’in hikâyeleri bana kekremsi, buruksu gelmişti. Dili savruktu, baştan savmaydı. Sait Faik’le arkadaş olunca anladım; hikâyelerinin dili gibi yaşamında da özen-düzen yoktu.” Çoğu kişi savruk bir dille yazdığını söylese de başta Nurullah Ataç, üzerinde oldukça düşünülmüş ve özenle yazılmış bir Türkçe ile yazdığını söylüyor. Aslında yazarlar eserlerini ortaya koyarken kusur sayılanlar, belli bir zaman geçtikten sonra onları özgün yapan özellikleri haline geliyor. Sait Faik’in savruk denilen dili ise sonraki yıllarda, yazarların isteseler de yazamayacakları bir üsluba dönüşüyor. Sait Faik, Türkçe yazınının gidişatını değiştiren bir yazar.
Şair, eleştirmen ve aynı zamanda bir psikoloji profesörü olan Sabri Esat Siyavuşgil’in, Sait Faik’in içe dönüklüğünü bir varolma biçimi, hayata karşı bir savunma olarak görür ve şöyle der: “Onda yazmak, hayatında başkalarıyla yapamadığı, yapmaya bir türlü cesaret edemediği şeyi yapmak, dünya ile kendi arasında sürüp giden uzun bir haşirneşri(uğraşıyı) evvelâ kendine, sonra da başkalarına açıklamak ihtiyacıdır.”
Kendisi ise nasıl yazdığı ile ilgili şöyle söylüyor: “Körü körüne yazarım”. Nasıl yazdığını soran bir genç de “Demek böyle yazarsınız…. İlkin adını korsunuz. Sonra bir kez kurar; hop, sonuca gidersiniz” deyince, Sait Faik “Yok yahu, öyle yapmam. Doğrusunu ister misin? Ben öykünün nasıl yazılacağını da bilmem” diyor.
Atilla İlhan Sait Faik için “Huzursuz bir insandı. Etrafındaki her şeyden rahatsızlık duyardı… Kendini her zaman işe yaramaz biri olarak görürdü. Bu rahatsızlık onun sanat dünyasındaki birikimini hazırladı ve bu birikiminden hikayeler çıktı. Sait Faik, bu birikmelerin sıçramalarıdır” diyor.
Peyami Safa bu yönüyle onun “…bir hikâyeciden ziyade bir şairin ruh yapısına sahip olduğunu söylüyor. Türk hikâyeciliğine getirdiği bu yeni solukla 1950’li yılların hikayecilerini de etkisi altına alıyor. “Orhan Veli’nin hikâyedeki karşılığıdır” deniyor.
Orhan Veli, Sait Faik’in savruk denen dili ile ilgili “Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi dediğim oluyor….Bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını… O, dili tadı tuzu kalmamış beylik laflardan kurtarmaya çalışıyor.” diyor. Bu arada Ara Güler anlattığı bir anısından yola çıkarak, Sait Faik ve Orhan Veli ile ilgili, ikisinin de utangaç mizaçlı olduğunu, iyi tanımadıkları, samimi olmadıkları kişilerden kaçtıklarını söylüyor. Ama Sait Faik bunu dengeleyemediği için sertliğe özenirmiş, bazen karşısındakine kızarmış. Mücap Ofluğlu “Onlar istediklerinde rakı kadehine giren açık deniz balıklarıydı” diyor.
Refik Durbaş’ın anlatımıyla Orhan Veli ve Sait Faik’in bir anısı da şöyle: “Orhan Veli ile Sait Faik’in işi gücü yoktur. Can sıkıntısından Eftalikus kahvesinde oturup her gün birer Cumhuriyet gazetesi alarak bulmacalarını çözerler. Bulmacayı kim önce bitirirse ötekine rakı ısmarlayacaktır. Fakat Orhan Veli her gün Sait Faik’i yenmektedir. Sonunda Sait Faik isyan bayrağını çeker, “Nasıl beceriyorsun, her gün rakıyı bana ısmarlatıyorsun?” der demez Orhan Veli sakin bir biçimde yanıtlar: “Çünkü Cumhuriyet’in bulmacalarını ben hazırlıyorum.”
İlk hikayesi: İlk kalem tecrübelerinden olan, 1926 yılında lisedeyken yazdığı ve ipek fabrikasında işçi olan bir çocuğun sevgilisine ipek bir mendil hediye etme uğruna yeltendiği hırsızlık olayını içeren hikâyesi “İpekli Mendil”i yazma nedenini ve Bursa Lisesindeki edebiyat öğretmeniyle arasında geçenleri şöyle anlatıyor: “Bursa Lisesi’nde onuncu sınıftaydım, edebiyat hocamız bir vazife yazmamızı istedi. Ben ‘İpekli Mendil’ isimli bir hikâye yazıp verdim. Ertesi ders hoca bu hikâyemi bütün sınıfa okuttu. Neden okutuyordu bir türlü anlamamıştım. Meğerse hikâyeyi çok beğenmiş, sonra beni yanına çağırıp: ‘Eğer böyle yazmakta devam edersen iyi hikâye yazabileceksin sen’ demişti. İşte ilk bu şekilde yazmaya başladım.”
İlk yayımlanan yazısı: 1929 yılında Milliyet’in sanat sayfasında çıkan “Uçurtmalar”. İlk yazdığı hikayelerden bile önce basılmış.
1936’da çıkan İlk hikâye kitabı Semaver’den 1954’teki vefatına kadar bütün hikâye ve şiirlerinde hümanist, bireyci, sona doğru yer yer sürrealist bir yazarlık görüşünü sürdürmüş. Bütün yazdıkları tek başınalık halini temsil ediyor. Eserinde slogan, dogma pazarlaması hiç yok. Saf edebiyat, böylece kalıcı olmuş.
Yayımlanan son kitabı Alemdağ’da var Bir Yılan (Mart 1954).
Yazdığı son hikayesi Kalinikhta (İyi geceler), Yeni Ufuklar Dergisi’nde yayımlanıyor. Vefatından sonra Aralık 1954’de Az Şekerli adıyla son öykülerinin yayımlandığı kitapta yer alıyor. Kalinikhta hikayesinin basım aşaması da ilginç: Sait Faik yeni yazdığı hikayeyi telif ücreti almadan Vedat Günyol’un yeni çıkan Yeni Ufuklar Dergisi’ne vermek istediğini söylüyor. Ama bir sonraki buluşmaya yazı olmadan geliyor. Çünkü bu buluşmanın hemen öncesinde hikayesini kız arkadaşına okuduğunu ama kız arkadaşı beğenmeyince, kağıtları buruşturulmuş halde kahvede bıraktığını söylüyor. Vedat Günyol’un ısrarıyla hemen kahveye geri gidiyorlar ve masaların altından hikayeyi bulup kurtarıyorlar. Böylece Sait Faik’in yazdığı son hikaye bugünlere ulaşıyor.
Selim İleri ise bu Kalinikhta’nın kurtarılışını şöyle anlatıyor: Bir dost toplantısında bu hikaye okunmuş. Ama oradaki (hikayeci) bir kadın bir yazarımız, hikayeyi almış, yırtmış ve atmış. Eleştirmen de yerden hikayeyi almış ve saklamış ve ölümünden sonra hikaye yayımlanmış.
Etkilendiği Yazarlar/Şairler
Bir Fransız şair olan Lautréamont için “Kendi kendime edindiğim dostlarımın en hâlisidir”, diyor. André Gide, Sait Faik’in “beni kendime alıştıran” diye nitelediği, etkisinde kaldığı ve sıkça okuduğu bir yazar. Ayrıca Jean Genet’yi de okumayı seviyor. Türk yazarlardan da en sevdiği yazar Osman Cemal Saygılı; onun en sevdiği romanı ise “Çingeneler”. “Osman Cemal’in Çingeneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir…”
Lüzumsuz Adam: Yurt dışına çıktığında yazarlığı meslek olarak kabul edilmiyor ve meslek kısmına “Yazıcı” ifadesini bir türlü yazdıramıyor. Bu durum onda etkisi uzun yıllar kalacak bir bunalım yaratıyor. Çünkü uğruna yaşamını harcadığı en büyük tutkusu olan hikayeciliğinin değer görmemesi, bir meslek olarak yazarlığı üstlenememesi ve işsiz biri olarak görünmesi onu çok üzüyor. Pasaportun meslek kısmına “Sanatı yok” ibaresi yazılıyor, “sans profession (san poğafesyon)” yani “işsiz”. Bu onun “lüzumsuz adam” olma hissine kapılmasına neden oluyor. Sait Faik, işsizlik karşısında, para kazanamadığı için değil, insanların gözünde hiçbir işe yaramayan kişi olarak nitelendirilmekten dolayı üzüntü duyuyor. Siyavuşgil’e göre 1953’te “Mark Twain Cemiyeti”ne “Modern Edebiyata yaptığı hizmetlerinden dolayı” onur üyesi olarak seçilmesi dahi sanatsız/mesleksiz biri olarak algılanmasının onda yarattığı yıkıcı etkiyi dağıtamıyor. Ama bu derneğin, Sait Faik’ten önce üyelik verdiği ilk Türk, Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Tabii bu durumu kendi yeteneğine bağlamayacak kadar mütevazı şekilde karşılıyor, ona göre kendi sıradanlığı herhangi bir ödüle layık görülecek derecede değerli değil. Ancak yine de oldukça seviniyor. Bu ödülü (üyeliği), Sait Faik ile yaptığı röportaj ile Türkiye’ye duyuran da Yaşar Kemal oluyor. Yaşar Kemal, Sait Faik’i yapıda-özde modern hikayeciliğin babası sayıyor. “Sait’ten önce hiçbir yazarımızda bütün nüanslarıyla, sıcaklığı, açıklığıyla Türkçe yoktur. Kalıplaşmış bir Türkçe vardır.” diyor. Mark Twain Cemiyeti’ne üye seçilmesi de boşuna değil; evrensel durumları dile getiren, insanı derinden ele alan bir yazar. Sait Faik, kendini öykücü olarak görmüyor “ben bir yazarım, hikaye anlatıcısıyım” diyor çoğu zaman.
Ancak Orhan Hançerlioğlu, yurt dışına çıkışında Sait Faik’in yazarlığının meslek olarak kabul edilmemesi ile ilgili 1937’de yaşanan pasaport olayının bir gazetenin abartılı bir haberi olduğunu söylüyor. Sait Faik, memurların pasaportuna “muharrir” yazmamasına kızmış, o dönemde emniyet müdürlüğünde görevli olan Hançerlioğlu’nun yanına gelmiş. O da Sait Faik’i emniyetteki pasaport işleriyle ilgilenen şubenin müdürüyle tanıştırmış. Şube müdürü Sait Faik’le tanıştığına müşerref olduğunu söylemiş, aralarında “Sait’e muharrir denmezse kime denir” diye şakalaşmışlar ve nihayetinde gazete haberinde verildiği gibi pasaporta “işsiz” değil, muharrir yazılmış.
Not: Hikayesinde Lüzumsuz Adam yazsa da, tiyatro ve seslendirme sanatçısı Nevin Akkaya Sait Faik’i her görüşünde “Heykel gözlü adam” dermiş.
Flanör mü?
Sait Faik bir parça da flanör (flâneur, Yani sakince sokakları dolaşan, gözlem yapan ve düşünen kişi, Bir nevi aylak kent gezgini). Onun amacı yaşamak, bütün yönleriyle hayatı had safhada yaşamak. Yaşar Kemal “Ne var, ne yok Sait? Hikâye yazıyor musun?” diye sorduğunda, “Yok yaşıyorum!” cevabını veriyor. Ona göre yazmak ve yaşamak o derece iç içe. Aziz Nesin de “Sabahleyin evinden çıkınca Sait, o günü nasıl geçireceğini hiç düşünmez; ama zamanı bütün ayrıntılarıyla yaşar” diyor. Yaşamayı, “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün.” diye tanımlıyor. Haldun Taner, “Sait Faik’i, Sait Faik yapan” özelliğin aylaklığı, başıboşluğu” olduğunu ifade ediyor.
- “Hikâye yazmak için oturduğum hiç vaki değildir” diyor. Neredeyse yürümeden yazamıyor. Nietzsche, Thoreau gibi yürümek Sait Faik için de hayati bir öneme sahip. Hikayelerini dolaşarak, herkesin arasında, balıkçıların yanında, bir kahvede veya hiç olmadı evinde gece yarısı annesi uyurken yazıyor. Hikayelerini kafasında yazıyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun deyişiyle “Sait, hikayesinin bütün cümlelerini bir şiir yapısı gibi ezberliyordu…. Hikayesi son virgülüne kadar kafasında hazırdı.”
Mina Urgan, Sait Faik’in hangi ara, nasıl yazdığını anlayamadığını şöyle anlatıyor: “Çoğu zaman, sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakarken rastlardım ona. Yazmaya, hatta bu kadar çok yazmaya nasıl vakit bulduğuna aklım ermezdi. Odasına kapanıp masasına oturarak yazı yazmadığını kesinlikle biliyordum. Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kâğıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünden.”
Celal Sılay “Kitaplara bakmak için caddeye çıkmaz, caddede olmak için dolaşırdı….. Yahut caddenin cadde için değil de, bir yere ulaşmak için bir an evvel geçilen bir yer olarak ele alınması, Sait için ne yanlış bir yaşama şekli olurdu…. Onun insan gönüllerindeki gezisi de buna benziyor” diyor.
Flanörlük konusunda Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ındaki C. Karakteri ile Sait Faik ve eserleri arasında bir bağ kurulsa da, C. topluma oldukça yabancılaşmış, mutsuz bir karakter. Halbuki Sait Faik’te yine de yaşama sevinci daha açık görülüyor. Ortak diyebileceğimiz nokta ise her ikisinde de dünyada tutunacak şeyin “sevgi” olduğu konusu (Mustafa Kurt’un ifadesiyle).
- Yazılarını yayınlatma konusunda yaşadığı bazı olumsuzluklar sonucunda, yazmaktan vazgeçmeyi de düşünmüş:
“Geçenlerde arkadaşım Eyüboğlu’na edebiyatla uğraşmaktan bıktığımı ve artık yazmayacağımı söyledim. Bana, son mütalaada seni okuyan bir lise talebesi varsa onun için yazmalısın, dedi. Ben de şimdi onları düşünerek yazıyorum”. Sait Faik’i bu yazma çarkının içinde tutan bir anlamda bu bir tek lise öğrencisi aynı zamanda.
İstanbul’un rengini, kimyasını hikayelerinde çok iyi anlatıyor. Anlattığı Beyoğlu bugün değişse bile, hala o günkü izlerini taşıyor. İyi yazar değişmeyen unsurları gören kişidir, Sait Faik bu değişmeyen unsurları görmüştür, diyor Doğan Hızlan. Necati Cumalı ise, “O İstanbul’un Neyzen gibi, Ahmet Rasim gibi çok sevilmiş popüler, nadir insanlarından biriydi. İstanbul’un sevgili çocuğuydu” diyor. Bedri Rahmi ise, “Sait Faik’i tanımadan ve okumadan İstanbul’un yerlisi olunamaz” diyor.
Sait Faik’in, Bedri Rahmi ile bir anısı şöyle: Son Kuşlar kitabı yayımlanınca, kitabını alıp hemen Bedri Rahmi’nin atölyesine gitmiş. Kendi yeni çıkan kitabını uzatırken, Bedri Rahmi’nin masanın üzerinde duran kitaplarından birini alıp “bedava mal yok, kitap veririm; kitap alırım, çak bakalım bir imza” demiş. Kitaplarını karşılıklı imzalamışlar. İmzalamayı bitirip karşılıklı kitapları birbirlerine uzatıp kapağını açınca şaşakalmış, hayretle bağırmışlar. İkisi de aynı şeyi yazmışlar kitabı imzalarken: “Mercan Usta!” Sait Faik ile Bedri Rahmi’nin araları bozulduğunda onları barıştıran Mercan Usta. Bedri Rahmi, Mercan Usta’yı çizdiği resmini, “Mercan Usta’nın yüzü suyu hürmetine Sait Faik’e” yazarak imzalamış. Bu resim Sait Faik Müzesi’nde sergilenmekte… “Gün Ola Harman Ola” hikayesinde Bedri Rahmi’nin de tanıdığı Mercan Usta anlatılır.
Yedi Gün Dergisi için yaptığı röportajlarda (Diş Ağrısı Nedir Bilmeyen Adam, Dünyanın En Uzun Adamı vb.) onların hayatları üzerinden röportaj şeklinde başlayıp kendine özgü yeni bir teknik geliştiriyor. Hikâyelerine beşer, röportajlarına onar lira veriliyor. Bu duruma çok içerliyor Sait Faik. Bir hışımla Sedat Simavi’ye çıkışıyor. Sait Faik’in hışmının nedeni, aslında hikayelerine on, röportajlarına beş lira ödenmesi değil, karıştırılıp ters ödendiği düşüncesi. Sedat Simavi’nin yanıtı oldukça can acıtıcı oluyor Sait Faik için: “Sait Bey, yanlışlık değil. Hikâye yazmanız için bir külfete, bir masrafa gereksinmeniz yok. Bir kâğıt bir kalem kâfi. Ama röportaj yapmak için bir yerlere gidiyorsunuz, ne bileyim, vapura, trene falan biniyorsunuz. Yol parası veriyorsunuz, icabında beklemek gerekiyor, bir kahveye falan oturup çay-kahve içiyor, masraf ediyorsunuz.” İşte Sait Faik’in hikayeleri on lira yerine beş liranın ödendiği hikayeler. Bu hikayelerden biri de Menekşeli Yarim. Sait Faik’in 1948 yılında ilk defa yayınlanan “Menekşeli Yarim” adlı hikayesi, Lütfü Akad’ın yönettiği, senaryosunu büyük usta Safa Önal’a (Sezen Cumhur Önal’ın abisi) ait olan Türk Sineması’nın başyapıtlarından 1968 yapımı “Vesikalı Yarim” filmine ilham kaynağı olmuş; film bu hikayeden uyarlanmış.
Selim İleri, “Tüneldeki Çocuk” hikayesi üzerinden Sait Faik’i şöyle anlatıyor: Trene binmiş çocuk, ilk defa göreceği tüneli heyecanla beklemekte ve büyük hayret ve mutlulukla tüneli seyretmektedir. Bu esnada ömrünün sonlarına yaklaşmış ve bu heyecanı artık duymayan bir yaşlı adam çocuğun bu heyecanını izler. Çocuk akşam eve gittiğinde bu adamın ona alayla baktığını düşünür ve utanır. İşte o heyecanla etrafa bakan, bu heyecanı duyan çocuk Sait Faik’tir.” Sait Faik de çok az dostu olan (Oktay Akbal ve Atilla İlhan) geçimsiz biriymiş. Selim İleri ayrıca diyor ki Sait Faik yazınında umut yok; belki de edebiyatımızın umut olmayan tek yazarı. “İnsanı sevmekle başlar her şey” diyor ama aynı zamanda “İnsanı sevmekle bitiyor her şey” diyecek kadar da cesur. “Her şeyin iyiye gitmesini isteyen bir yüreği var ama değişemeyen koşulları da hissedebilmiş”. Çok yönlü, devamlı karşıtı ile varolan duygularla yazıyor.
Yazları 1938’de aldıkları Burgazada’daki evinde, kışları Şişli’deki evinde yazmaya devam ediyor. Hayatının son 10 yılını Burgazada’da geçiriyor. Hastaneye yattığı son zamanlarında, onlardan biri olmak istediği Burgazadalı balıkçılar, Sait Faik hastalandığında da ziyaretine ilk gelenler arasında. Sait Faik’in kana ihtiyacı olduğunu duyunca koşup geldiklerini söylüyorlar. Balıkçılardan birçoğu Sait Faik’in önemli bir yazar olduğunu cenazesine gittiklerinde öğreniyor ve şaşırıyorlar.
Fakir Baykurt, “Sait Faik’ten yarına epey hikaye kalacağını umuyorum”; “O, sevgili Orhan Veli’nin dediği gibi edebiyatımızın ‘ölü doğmuş çocuklarından’ değildi.” diyor.
Sait Faik Abasıyanık, genç denilebilecek yaşta daha kırk sekiz yaşındayken hayata veda ediyor. Yaşasaydı edebiyatımıza kim bilir daha nice, şiir tadında hikâyeler kazandıracaktı.
1940’ların sonunda Yaşar Nabi Nayır onun kitaplarını basmaya başladığında, “Senin için üzülüyorum, benim kitaplarımı bastığın için zarar edeceksin” diyor Sait Faik. Hatta ölümünün öncesinde, “Öldükten 10 yıl sonra okunur muyum?” diye de soruyor. Bugün ve ileride kitapları okunuyor, okunacak; birçok yazara, okuyucuya ilham vermeye devam edecek Sait Faik…
Sait’in bir anlamı da sesi olan, ses çıkaran. Faik ise üstün ve yüksek demek. Güzel bir dünya için sözünü söylemenin üstün yolunu, yazmakta buldu Sait Faik ve isminin hakkını vererek ayrıldı bu dünyadan 70 yıl önce. Yoksa “Edebî eserler insanı yeni ve mesut, başka, iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?”
Sait Faik Abasıyanık’ın hayatı, kişiliği, eserleri ve edebiyat tarihimize etkisi üzerine sohbetimizi dinlemek için: