Bilge Karasu “yazarlar yazarı”; yani yazarların bir şeyler öğrendikleri, onların ufkunu açan bir yazar. Bilge Karasu, dünyayı yaşayan bir yazı olarak düşünüyor. Onun 1968-1977 yılları arasında çerçeve hikaye anlayışıyla oluşturduğu Göçmüş Kediler Bahçesi, her hikayenin masal formunda yazıldığı bir kitap ve kitap ilk defa 1979’da basılmış. Sinematografik ve fotografik bir dili var kitabın (Yıldırım Arıcı’nın ifadesiyle). Bir çerçeve masal etrafında biçimlendirilen on üç metinden meydana geliyor. Bu çerçeve masal, diğer on ikisinin anahtarı ya da ipucu olarak görülebilir. Her masalın önüne yerleştirilen ve kitaba başlığını veren bir masal bu. İçindeki her bir masal, diğerlerinin nihai şekline yön veriyor. Ancak metin sabit değil, her okunduğunda değişen bir yapısı var. Bilge Karasu, gerçeküstü bir anlatımı sağlayabilmek için masalın gücünden faydalanmış ve bu kitabı yazarken aynı zamanda Borges çevirisi de yapıyormuş (Borges, gerçeküstü-büyülü gerçeklik anlatımını tercih eden bir yazar).
Zaman
Masallar içinde zaman kavramının önemli bir yeri bulunuyor. Bu masal metinleri, günün saat dilimlerine göre dizilmiş. Kitaptaki on iki masal, yirmi dört saatlik günün yarısı olan on iki saatlik zaman dilimini, güneşin tam tepede bulunmasından sonraki süreci ele alıyor; yani öğlen 12.00’den gece 00.00’a kadar olan süreç. Örneğin; kitapta 6. masal olan “Yağmurlu Kentin Güneşçisi”, “Altıncı Saatin Masalı” ve 12. masal olan “Bir Başka Tepe” adlı masal da “Gece Yarısının Masalı” olarak adlandırılmış. İnsan açısından da günün dört dilimine ayrılmış; bunlar korkuyu, ölümü, olgunluğu, bilgeliği ifade ediyor. Metinlerdeki iyimser hava altıncı metinden itibaren giderek karamsarlaşmaya başlıyor.
Bilge Karasu on ikinci masal için şunları söylüyor:
“1968’den 1969’a geçerken masalların bir saat tablası oluştururcasına sıralanmasını tasarladım. Öğle vaktini aştığımızda art arda dizilmeğe başlayacak masallar, altıncı saati doldurunca, havanın kararmağa yüz tutmasıyla, nitelik değiştirecekti. Ama geceyarısına ulaşıldığında yeni bir günün umudu sızabilirdi bu karanlığın içine. On ikinci masalı değil, on üçüncüsünü yazdım: Saatlerin, zamanın dışındakini, hepsine döşek olacak masalı; belki de umudun dışında kalabilecek tek mutluluğu en çok vurgulayanını…”
Göçmüş Kediler Bahçesi, öteki ile olan ilişkinin kitabı; yani ötekinin varlığı ile kendi varlığını kurmanın edebiyata yansıması. Bilge Karasu, bir söyleşisinde hayatı boyunca doğru düzgün, doyurucu, sağlıklı insan ilişkileri kuramamış birinin, peri masalları yazmasına şaşılmaması gerektiğini söylüyor. Çünkü onun tüm edebiyatı, bireyin diğer insanlarla ve varlıklarla ilişkilerini anlamaya, insanları tanımaya yönelik ince ince işlenmiş, sabırlı ve devasa bir çaba aslında.
Enis Batur, Bilge Karasu’nun yapıtlarındaki etik kaygı ile ilgili şöyle söylüyor:
“Bilge’nin anlatı dünyasında ahlak başköşeyi tuttu. Özellikle masallarla başladı yoğunluk, masalın klasik tanımına içkin bir ögeydi ‘ders’, bana öyle geliyor ki, ‘Göçmüş Kediler’de altın bir denge yakalamıştı. Sonra, gene Üniversite’deki uğraşı ve onu kuşatan ortam (öğrencilerinin soruları ve sorunları) felsefe ve etik ilişkisini koyulaştırdı.”
Gönderme konusunda da Karasu özellikle yaptığı göndermeleri bir yerde bir kez yaptığını ve birbirinden farklı olduğunu belirtiyor. Göndermedeki bu farklılığın en çok Göçmüş Kediler Bahçesi’nde bir araya geldiği söylenebilir. Kitaptaki masallar farklı, yoğun bir içerik taşıyor. Bu anlamda masalların büyük kısmında, masalların simgesel avantajından faydalanmış. Ayrıca çokuşma, atlangıç, yastamak, çığıltı, kayşa gibi kelimeleri de kullanmış. Bu kullanım, aslında Karasu’nun şiirsel bir söylemi tercih etmesinden de kaynaklanıyor. Göçmüş Kediler Bahçesi’nde anlatıcılar da yazıyla uğraşan bireyler aslında ve okuyucu bazen anlatıcıların yazdığı metinleri, bazen de yazarın yazdığı metinleri okuyor.
Ayrıca bu kitabın döşek masalında bahsedilen Ortaçağ’dan kalma bir kentte oynanan ilginç oyun, İtalya’nın Veneto kentinde iki yılda bir Ortaçağ’dan bugüne kalan bir sarayın önünde canlı oyuncularla oynanan bir satranç oyununa da gönderme niteliğinde.
Kitap
Doğum-ölüm arasındaki çok kısa olan ömrün en anlamlı, en güzel olgularından biri olan sevinin (aşkın), doğrunun bulunduğu ve kaybedildiği noktaları, yüzeysel anlamdan ziyade, derin anlamı ile vermeye çalışan bir metin. Füsun Akatlı’nın ifadesiyle “Yüzeysel bir okuyuşla kendilerini ele vermeyecek katmanlar” var kitapta. Bilge Karasu’nun deyimiyle masalın yırtılıverdiği nokta.
Bilge Karasu’nun temel, vazgeçilmez izlekleri ölüm, korku, sevi, av/avcı, usta/çırak… Kitapta “doğum ile ölümden” yola çıkarak, insanın en temelindeki korkuya varıyor; korkudan yola çıkarak da kaçış izleğine ilerliyor. Ölüm, aşk ile iç içe geçmiş. Metinde seven kişi, sevdiğini kendinde var ediyor. Ölüm aynı zamanda yaşamın kaynağı. Ölümün bir yandan yaşamın kaynağı olup, bir yandan da yok olmanın göstergesi olmasını deniz üzerinden simgeleştirmiş. Ölüm-aşk imgelerine benzer şekilde masallarına gizlenen diğer imgeler: Aşk-dostluk, yontu – pygmalion*, kedi-insan imgeleri.
*Pygmalion: Yunan mitolojisinde bir heykeltraş. Pygmalion kusursuz özelliklerde bir kadın heykeli yapıyor ama ona aşık olup canlıymış gibi davranmaya başlıyor. Bu heykele benzeyen bir eş için dua ediyor Pygmalion ve onun duasını işiten Venüs, heykele can veriyor; onları evlendiriyor. Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki “Masalın da Yırtılıverdiği Yer” metnine de başta “Yeşil Gözlü Yontu” adını vermeyi düşünmüş Bilge Karasu. Bu “Masalın da Yırtılıverdiği Yer” metni, farklı anlatı katmanlarının sırayla verildiği toplam otuz sekiz kısa parçanın harflerle örüldüğü bir zincire benziyor.
Bu masalların her biri, kendini kolay kolay ele vermeyen anlam katmanlarından oluşuyor ve katmanların ardında zihinsel ve yazınsal kesişim kümeleri bulunuyor. Tekrar tekrar okudukça çiçek gibi yaprak yaprak açıyor kendini metin. Masalların ardındaki izleklere ulaşabilmek için, derin ve düşünsel bir okuma yapmak gerekiyor. Karasu edebiyatında derinlik, muğlaklık ile veriliyor. Belki de masalların içinde görülen imgelerdeki karşıtlıklarla, çatışmalarla gerçeğe ulaşılabileceğini söylemek istiyor Bilge Karasu.
Eserde Kullanılan Tema ve İmgeler
1. ÖLÜM:
Bilge Karasu, çok genç yaşlardan itibaren sık sık ölüm üzerine düşünüyor. Füsun Akatlı diyor ki, “ölümünü ütülü bir mendil gibi hep cebinde taşıyan bir insan” Bilge Karasu. Ölüm teması Göçmüş Kediler Bahçesi’nde adeta bütün masallara sinmiş. Sevilen ve yitirilenin ardından yazılan metinler bunlar. Elden bir şey gelmemesi ve bu duyguyla baş etme çabasının ürünleri. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda da İoakim’in seyirci kaldığı ölüm gibi (Bilge Karasu, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı ile bu masallar arasında kuramsal bir köprü kurduğundan bahsediyor bir yazısında).
Örneğin “Avından El Alan” masalı. Ölüm aslında başta avcının, -yani balıkçının- elinde ama balık -yani avı- bunu onun elinden alıyor. Bu masal, sevgisizlik kadar sevginin de kişileri ölüme götürebileceğinin anlatıldığı bir masal. Ama bu masalda korku-sevgi arasında ters yönde bir ilişki var ve bunun sonucunda Balıkçı ölümü göze alıyor. Sonunda Balıkçı’nın anladığı, sevgi de ölüm kadar değerli ve sevgiyi kaybetmek ölüm kadar korkunç. Balıkçının yeniden doğması için ölmesi gerekir. Kişi karanlık tarafı ile de yüzleşmeli, bireyleşme sürecini bu şekilde yaşamalı. Bu masal aynı zamanda, Moby Dick’de Kaptan Ahab’ın kolunu kapan beyaz balinayı da hatırlatıyor.
“Bir Orta Çağ Abdalı” masalında da ölüm korkusu yaşayan 2 kişi var. Buradaki “farenin kemirmesi” 🡪 kişinin bilinçdışı düşünceleri. Kişi bu düşüncelerden ne kadar kurtulmaya çalışsa da farenin Abdal’ı yavaş yavaş kemirerek öldürmesi gibi bireyin bilinçdışı düşünceleri de kişiyi yavaş yavaş kemirerek öldürüyor.
“Usta Beni Öldürsen E!”de çırak tüm geçmişini unutmaya çalışıyor. Çünkü ustasına göre, ip cambazı ip üzerinde anılarını hatırlarsa, bu onun ölümüne sebep olacak. Ancak çırak ölüm işaretlerini ustası üzerinde görüyor ve korkuyor. İnsan ölüm korkusunu, kendinde değil de sevdiği birinin ölmesinden korkması şeklinde gösterebilir. Aslında burada korkulan şey, ölüm değil, ölümün götürdükleri. Bu bir bakıma bebeğin annesinden kopma anındaki korkuyu da hatırlatıyor. Barış Pirhasan da 1997’de kitaptaki “Usta Beni Öldürsen E!”, hikayesini filmleştirmiş.
Masalın ismindeki “E” harfi, kelimeden ayrılmış. Bu ayırma ile ne anlatılmak istendiği, Nurdan Gürbilek’e göre şöyle:
- Usta beni çırak olarak öldür, usta olarak doğur,
- Ben kendimi doğurursam, sen ölürsün,
- Elimi bırakırsan ölürüm,
- Ben seni öldürmeden sen beni öldür.
“Yengece Övgü” masalında ise yengecin kurduğu düşmanlık ilişkisinin getirdiği bir öldürme var. Buradaki yengecin sırtına sopa ile vurulması, Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa’nın sonunu anımsatıyor.
“Dehlizde Giden Adam”da ise, yasaklara uymamanın ve bilinmeyen mekanlara girişin sonunda, ölüm olduğunun altı çiziliyor. Kahraman, gençliğinin verdiği cesaret ve heyecanla, korkusunun farkında olmadan, kendi ölümünü kendi çağırıyor. Freud’a göre doğasında tehlike olan her şey, kişinin kendine karşı saldırganlığına bir örnek, bir nevi ölüm isteğinin göstergesi. Kahramanlar ölüm isteklerini bir anlamda gizliyorlar. Karasu, tüm kahramanlık şekillerini de bu masalda tartışmaya açmış (Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda da kahramanlık konusu ile ilgili okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor). Dehlize Giden Adam masalında “dehliz” aynı zamanda teknoloji ile birlikte, günümüz sisteminde dönüşen yeni dünyayı da temsil ediyor. Masaldaki genç emek harcadıkça, makinelerle karşılaşıyor, emek olmayınca makine de olmuyor. Bu noktadan bakınca masaldaki saatin ilerlememesi, ama zamanın ilerlemesi; insanın, bu çarklar içinde hep aynı, birbirinden farksız şeyleri yapması, ömrün geçip tükenmesi, ama geriye dönüp baktığında kişinin aynı yerde sayıyor olmasını da anlatır gibi.
Ana (döşek) masal, ölüm izleğinin en bariz şekilde kendini gösterdiği masal. Masalda kazanan taraf, karşı tarafın ölmesini de isteyebiliyor. Takımların rengi yeşil ve mor, bu renkler de rastgele seçilmemiş.
- Yeşil: Doğadan yola çıkarsak ölümsüzlüğün; aynı zamanda canlılığın, yeniden doğuşun, özgürlüğün yani yaşamın rengi.
- Mor: Saltanat ve gücün; ama aynı zamanda çürümenin, canlılığı yitirişin, nefes alışverişinin son buluşunun yani ölümün rengi.
Oyun aslında ölüler ve yaşayanlar arasında oynanıyor. Morların (ölülerin) bir yöneticisi var; çünkü onlar cansız, katı. Nasıl hareket etmeleri gerektiğini söyleyecek birisine ihtiyaçları var. Oysa yeşilleri (yaşayanları) yöneten kimse yok; çünkü onlar canlı, hareketli. Bu masalda anlatılmak istenen, yaşamın ve ölümün iç içe geçmiş olduğu; yani yaşamın içinde ölüm de var. Birbirine karşıt görünseler de yaşam ve ölüm birbirini tamamlıyor.
Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki göçme ifadesi, bir yerden başka bir yere varma anlamında kullanılmış. Bu masalda göçen, ölü. Göçebe ise bir yerden bir yere gitme eylemini henüz tamamlamamış olan, hala hareket gösteren kimse; yani canlı, yaşayan. Ama masalda göçebeden, göçenden değil, göçmüşten bahsediliyor. O zaman aslında metni başından beri anlattığı düşünülen başkahraman, metnin başından beri ölü. Aslında hayali de olsa bir ölünün yaşamını anlatmış, ardından yaşattığı bu ölüyü yeniden öldürmüş oluyor.
2. USTA-ÇIRAK:
“Usta Beni Öldürsen E!”de bu ikili, usta-çırak, ancak birbiriyle uyum içinde olduğunda hayatta kalabilir. Birbirlerini adeta okuyorlar. Ancak çırağın ustasının yüzünde okuduğu, yanlış bir okuma. Ustasının yüzünde gördüğü, aslında kendi yansıması. Çırak, çok küçükken annesinden ayrılıp ustasının yanına geldiğinden, annesi ile ustası arasında özdeşlik kurmaya çalışıyor. Bir annenin çocuğunu koruyup kollaması, onu karşılıksız ve çıkarsız sevmesi gibi, ustasının da onu koruyup kolladığını karşılıksız bir sevgi duyduğunu biliyor. Ama çırak gerçekten ustasını annesi gibi kabullenebilseydi, ona öğütlendiği gibi anılarını da geçmişte bırakırdı. Anılara gidip geldiği için, yeni benliğini de oluşturamıyor. Bu, onun sonunu getiriyor. Çırak bir yandan ustasının ölümünü geciktirmeye çalışıyor, bir yandan da onun ölümünü bekliyor; bu da diyalektik bir durum yaratıyor (Diyalektik= Çelişki ve çatışmalarla düşünme, akıl yürütme). Bu ilişki tek taraflı ilerlemiyor. Kimin öğrettiği, kimin öğrendiği; kimin kaçtığı, kimin yakalandığı belli değil. “Avından El Alan”da usta olan deniz, çırak olan balıkçıyı, orfinoz** ile eğitmek istiyor. Balıkçıya yol gösteren de balıkçıya ölüm yolculuğunda eşlik eden de deniz oluyor.
**Orfinoz: Ağzı büyük orfoz ile + 5-6 metrelik orkinosun karışımı hayali bir balık.
3. AV-AVCI
“Av-avcı, usta-çırak… [ilişkisi] Bir eşitsizlik içinde bir sevgi ilişkisi” Bilge Karasu’ya göre.
“Avından El Alan” masalında sevgisizlik kadar derin sevginin nasıl tutkuya dönüştüğü ve tutkunun da insanı nasıl ölüme götürebileceği anlatılıyor. Masal boyunca bir yön değiştirme var. Öncesinde aşık olan orfinoz, aşık olunan balıkçı; sonrasında aşık olan balıkçı, aşık olunan orfinoz oluyor. Ayrıca balıkçı önce avcı, sonra av oluyor. Bu gururunu zedeliyor. Fakat orfinoza karşı derin bir sevgi beslemeye başlayınca, gurur yapmanın ne kadar gereksiz olduğunu anlıyor. Aşk öznele değil de tümele yöneldiğinde sonsuz. Orfinoz kendi beninden geçerek bütün olmaya yönelirken, balıkçı kendi beninden vazgeçecek kadar cesur olmadığı için bütün olmaya yönelemiyor. Bu yüzden parçalardan bütüne doğru oluşan aşk, bütünden parçalara doğru dağılıyor. Sonuçta yeni bir bene, yeni bir hayata erişebilmek için eskisini yıkmak gerekiyor, ama balıkçı buna hazır olmadığı için yapamıyor. Av- avcı ilişkisi, bu yeni hayatta usta-çırak ilişkisine evriliyor; ama burada balık usta, balıkçı çırak oluyor.
Avından El Alan masalı içinde, balıkçı ile orfinozun masalı yanında metnin içine sızmış birbirinin paraleli iki metin daha var:
- Bey ile Karaca
- Tekboynuz ile Delikanlı.
Bu iki masal da birbirinin tersi yönde bir av-avcı izleğini takip ediyor. Bey-karaca masalında Bey, öldürmek istediği tarafından sevildiğini bilmiyor; karacayı öldürmek üzereyken kendi ölüyor, avcıyken av oluyor. Tekboynuz-delikanlı masalında tekboynuz, kılık değiştirmiş delikanlının peşinde giderken sevdiği tarafından öldürülüyor; tekboynuz başta ava giderken, sonunda kendi av oluyor. Bu paralel masallarla da, sevmek/ölmek arasında bir bağlantı kuruluyor.
Ayrıca birbiri ile iç içe geçmiş bu iki masalda Bey-Karaca ve Tekboynuz-Delikanlı’da, ritimsel bir birliktelik de var. Çok iyi bir piyanist olan Bilge Karasu, adeta iki el için yazılmış bir piyano parçasında sağ ve sol el için ayrı ayrı çalar gibi bu metinleri yazmış ve zihnimizde eşzamanlı olarak bunları birleştirmek istemiş. Bu iki metin hem tek tek anlamlı hem de birlikte düşününce ahenkli bir bütünlükleri var. Bilge Karasu, sorunları eşzamanlı şekilde ortaya koymak için metinde müziğe başvuruyor.
Döşek masalda da av ve avcı sürekli yer değiştiriyor, bir ölüm kalım mücadelesi. Bu masaldaki, başkasının yönettiği bir oyunda olma durumu, Bilge Karasu’nun “Gece” romanında da var.
4. DENİZ
Bilge Karasu’nun çoğu metninde deniz sevgisi ön planda. Ancak deniz imgesine en çok rastlanan kitabı Göçmüş Kediler Bahçesi. Masalların başlangıcı da Melih Cevdet Anday’ın “Denizim ben batık aşklarla dolu” dizesiyle başlıyor.
“Avından El Alan” masalında balıkçı, bilgilerin sırlarına deniz sayesinde ulaşıyor. “Deniz, ya güneşin altında aynalaşacak……” şeklinde başlayan bir ifade var masalda. Denizin aynalaşması metaforu, Narkissos’un hikâyesini de akla getiriyor. Narkissos, suyun yansıtma özelliğinden dolayı, daha önce farkına varmadığı kendi güzelliğini görüyor. Su, bu şekilde bütün gerçekleri tıpkı bir ayna gibi gösteriyor. Masaldaki, “Önce deniz vardı çünkü” sözü, denizin gerçekleri öğretme ve yansıtma özelliğine gönderme yapıyor. Bir yandan da burada deniz, anne sevgisi gibi uçsuz-bucaksız-sonsuz yaşam kaynağı; ama aynı zamanda bu uçsuz bucaksızlığıyla boğan, yutan yok eden: Dirim/yaşam veren ve boğan/yutan anne metaforu.
“Dehlize Giden Adam” masalının kahramanı, denize adeta tutkuyla bağlı. Masal da bu yönde kurgulanmış. Sadece denize değil; yeniden var oluşa, ölümsüzlüğe ulaşmak amacında. Bu durumda bu metindeki deniz imgesi, arka planda bireyin kendini yeniden var etme çabasını anlatıyor.
“Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” masalının temelinde, adamın denize duyduğu sevgi var. Bu masalda deniz, yeniden var oluşu, arınmayı simgeliyor. Adam, adeta denizle yaşıyor, deniz ve denize ait nesneler olmadıkça yaşadığını hissedemiyor. Bütün düşlerini, hatta hayatını denize olan sevgisinden yola çıkarak kuruyor. Denizden uzak kalırsa, denize olan sevgisinin, özleminin artacağını düşünüyor. Halbuki tersi oluyor. Uzak kaldıkça unutuyor, yokluğuna alışıyor.
“Korkusuz Kirpiye Övgü”de kirpi, hiç görmediği denizi görmek için çıktığı yolculuğunu ezilerek sonlandırıyor. Bu şekilde deniz imgesi, yine ölümsüzlüğün ve yeni bir hayata başlangıcın, sonsuzluğa ermenin sembolü olarak ortaya çıkıyor.
“Yağmurlu Kentin Güneşçisi” masalındaki insanlar ise kirpiden farklı olarak denizi görmelerine rağmen, denizin güzelliğinden ve renginden habersizler. Denizin farkında bile değiller.
“Alsemender” masalında da araştırmacı için deniz, kişinin kendini bulmasını, bilgi sahibi olmasını sağlıyor; deniz en büyük doğrucu. Bu masaldaki mavi gül ve lale de doğa sevgisinin göstergesi. Bu masal Bilge Karasu’nun “Haluk’a Mektuplar” kitabında mektuplaştığı arkadaşı Haluk Aker için yazdığı bir masal.
5. HAYVANLAR/KEDİ
“Başlangıçtan beri bir kedi vardı ortalıkta, bir de kediyi seven” sözü geçiyor kitapta. Bu söz adeta Bilge Karasu’nun kendi yaşamını özetliyor. Ona göre kedi, insanın hayat karşısındaki mahkumluğunun, yalnızlığının sonucu, insana arkadaş olan adeta saflığın ve masumiyetin simgesi. Kedileri o kadar çok seviyor ki, kedili ve köpekli kültürler diye insanları iki gruba ayırıyor.
“Masalın da Yırtılıverdiği Yer”de Bilge Karasu kedi olma, kedilere benzeme isteğini anlatıyor.
“Korkusuz Kirpiye Övgü” masalında canlı bir varlığın zulme uğrayışı karşısında hissettiği acıma duygusu ile kirpiyle kendisi arasında empati kuruyor. Bu sayede kirpiyi daha iyi anlıyor ve onu korumak istiyor. Buradaki kirpi bir metafor. Kirpi: İnsanları anlayamayan belki bu yüzden dikenli kirpiye dönüşmüş bir insan. Bir anlamda Bilge Karasu, bu kirpi. İnsanları görüyor, anlıyor ama yaptıklarını anlamlandıramıyor.
6. YOLCULUK
Karasu, anlatılarının genelinde, yolun başlangıcı ya da sonu kadar yolun kendisinin de önemli olduğunu vurguluyor. Kitabın adında geçen göçmek kelimesi düşünüldüğünde, kahramanlar ya başladıkları noktada kalarak ortadan kaybolup göçüyor ya da başka bir benliğe yolculuk yaparak yeni bir “göç” gerçekleştiriyorlar.
“Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam”da adamın ulaştığı yer, gitmek istediği yer değil. Denize gitmek isterken, yolculuk adeta çölde son buluyor. Burada yol, kişiyi hedefinden döndüren, istediğini değiştiren bir hale geliyor. Adamın yolculuğu, sonunu bilmediği bir oyunu kazanmaya dönüşüyor.
Bilge Karasu, “Dehlizde Giden Adam”da zamanın akışı ve yolculuk izleği arasında bir ilişki kuruyor. Yolculuk boyunca saatin ilerlemediğinden bahsetmiştik; gencin saati hep on ikiyi gösteriyor. Bu konuya yolculuk açısından bakarsak, bir bebek doğduğunda bilgisiz, deneyimsiz, anıları olmayan bir canlı. Zaman geçtikçe bebek büyüyüp, olgunlaştıkça zamanın akışı içinde yol alıyor. Bu akış esnasında geçmişi, anıları, sevdikleri, kazandıkları, kaybettikleri, doğruları ve yanlışları oluşuyor. Oysa zamanın durması demek, bütün bunların olmaması demek. Yolculuk boyunca saatin on ikide durması, yolculukta olması beklenen kendi gerçekliğini tanıma, kendi benini yaratma gibi bir hesaplaşmanın olmadığının vurgusu şeklinde düşünülebilir. Kör olması metaforu ise şu anlama gelebilir: Kişi, gerçek aydınlığa ancak kendi iç benini bulduğunda ulaşabilir. Oysa bu masalda genç, sadece yaşamsal ihtiyaçlarını karşılıyor, içsel gelişimine hiçbir katkı yapmıyor.
“Bir Başka Tepe” masalında yolculuk ve kendini gerçekleştirme bağlantısı açıkça hissediliyor. Yolculuk, bu masalda yaşamın bir parçası değil, parçaları bir araya getirip bütünleyen yaşamın kendisi. Bütün olabilmek için önce parça olmak gerekiyor. Masalda tepeye tırmanan kişi, tırmanmanın sadece yukarı doğru çıkmak olmadığını, aynı zamanda hayatının tamamını oluşturan tüm tırmanışların uzlaşımı olduğunu anlıyor. Ve tepede, her şeyin üstünde durunca, eksik olan da görülebiliyor. O halde yaşamı da kendini yaratarak yaşamak gerek; iyi, dolu bir yaşamı yaşamasını bilmek gerek.
Bu üç masal da (Yani Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam, Dehlize Giden Adam ve Bir Başka Tepe), umut ve umutsuzluk arasında kalan bireyin yolculuğunun birer basamağı şeklinde. Bilge Karasu’ya göre önemli görülen şeyin ulaşılmak istenen yer olması fikri, insanı dışarıda bırakıyor. Oysa değişimin asıl vurgusu, değişim sürecinde olmalı.
Sondaki “Masalın da Yırtılıverdiği Yer” ise umut taşıyor. Bu masalda, mutlu bir yaşam sürmenin bedeli, umutsuzluğun kabul edilmesi. Başka bir deyişle umut etmenin bedeli, kişinin hayatı boyunca ödeyeceği ya da ödemesi beklenen bir bedel Karasu’ya göre.
7. KORKU/KAYGI
Kaygı, dünyanın anlamsızlığının, tamamlanmamışlığın, düzen ve amaçtan yoksunluğun farkına varıldığında hissedilen; insanın yaşamını anlamlandırmasına yardım eden bir duygu. Kierkegaard, kaygıyı insanın hiçlikten kurtulması ve silkinmesi için gerekli bir ruh durumu olarak görüyor. Yani insan kaygıyı yaşamadan önce, ne insan olduğunu fark eder ne de kendini bilir. Kierkegaard’a göre, korkuya neden olan bir nesne var; oysa kaygı nesnesiz bir hiçlik durumunu ifade ediyor. “Korkusuz Kirpiye Övgü”nün yüzeysel hikayesinde, kirpinin kurtarılışı var. Ancak metnin derinliğine inildiğinde, kirpi korktuğuyla –dış dünyayla– yüzleşiyor. Neden korkup neden korkmaması gerektiğini anlıyor ve korkularından kurtularak sonrasında daha cesaretli oluyor.
“Avından El Alan” masalında da, balıkçıda olduğu gibi insan, hayatında bir son olduğu gerçeğini doğası gereği bilir ve insan bu sonluluğu asla yenemez. Geleceğin belirsizliği, insanı kaygı içinde bırakır. Çünkü kaygı ve gelecek bir, aynı. Nihayetinde kaygı, Karasu için olumlu bir şey. Yine bu masalda geçen tek boynuz-Türk mitolojisinde- Kilin (Moğolca Hilen/Kiling, Kalmukça Kileng) korku anlamına geliyor Seval Şahin’in ifadesiyle). Bu tekboynuzun hile ile avlanması ve adının anlamlarından birinin de korku olmasına paralel, masal da başlanan yere -denize- geri dönüyor ve korku ile bitiyor. Denizi bulma arzusu/deniz korkusu, sevdiğini kendine katma arzusu/onun içinde boğulma korkusu. Bilge Karasu’nun ana temalarından korku, hep istek/arzu ile bir arada yer alıyor: Ölümün sevilenin elinden olması korkusu.
8. AYNA
“Avından El Alan” masalı, ayna imgesinin en net göründüğü metinlerden biri. Orfinozun kolunu kapmasıyla çocukluğuna ayna tutuyor. Balıkçının çocukken tuttuğu, kolunu yaralayan ve dost olduktan sonra suya bıraktığı yılan olayı, orfinozun balıkçının kolunu yakalamasıyla aynı. Bu olay, kendi öz benine, yani kişisel bütünlüğüne kavuşmasına yardımcı oluyor. Başka bir deyişle, parçalanmak üzere olan benliğini tekrar bir bütün haline getirerek gölgesiyle uzlaşıyor.
9. TUTKU
Göçmüş Kediler Bahçesi masalları, tutkunun masalları. Genel olarak ölüm ve tutku arasındaki ilişki üzerinde duruluyor. Çünkü tutkunun gerektirdiği her şeyin yolu, ölümden geçiyor. İlk yol, tutkunun gerektirdiği yürekliliği gösteremeyenlerin yolu; bunlar tutkunun ağırlığıyla, tortusuyla ölüyorlar. Örneğin Avından El Alan masalındaki balıkçının ölümü gibi. İkinci yol ise, tutkunun gerektirdiği yürekliliği gösterip doruğa varanların yolu; Yengece Övgü’deki yengeç gibi. Bu ikinci yolu seçenlerin, Masalın da Yırtılıverdiği Yer’de yeniden doğuşu gerçekleştirebilecekleri söyleniyor. İnanmak da bir tutku. Bunu da “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” kitabında iki ayrı ölüm üzerinden görebiliyoruz.
Bilge Karasu (1930-1995)
Bilge Karasu kendini öne sürmeden, fazladan hiçbir şey yapmadan varlığını hissettiren, karşısındakini zenginleştiren biri. Bildiklerini sükunetle paylaşan, öğretmeye çalışmadan öğreten hatta Murathan Mungan’ın ifadesiyle neredeyse üniversitedeki hocalığını, yazarlığına yeğ tutan biri; sanki önce hoca, sonra yazar. Aynı zamanda kendisi de bilmeye, öğrenmeye, keşfetmeye son derece açık. Arkadaşı Sıtkı Erinç de onu en mutlu eden işin hocalık olduğunu söylüyor. “Yazılarını bile ertelediğini bilirim bu amaç uğruna” diyor. Talat Halman ise ona “Aydınlar aydınıydı…. Tek başına bir aydınlanma çağı Bilge Karasu” diyor.
Beyoğlu’nda doğan Bilge Karasu’nun çocukluğu, buradaki evlerinde annesi, anneannesi, teyzesi ve onun kızlarıyla geçmiş. Pencere kenarlarında içine kapanık geçen çocukluk yıllarından itibaren fazla konuşmayan, ama etrafı iyi gözlemleyen, ayrıntılara önem veren, insanları analiz etmesini bilen bir yapısı varmış. Çocukluğunun rolü, Bilge Karasu’nun ürettiği eserlerde de kalıcı bir konu. Büyüyünce de değişmemiş: Kendi kendine yetmesini bilen, çalışkan, becerikli, sır saklayabilen, yalnız kalmaktan hoşlanan biri olmuş. Kedileri hep çok sevmiş.
Beş yaşında okuma ve yazmayı öğreniyor. Şişli Terakki Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde okuyor. Ayrıca başka dillerle arası çok iyi; yedi yaşında çok iyi derecede İtalyanca konuşuyor. Ek olarak İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Yunanca, Rumca, Japonca (ölümünden önce öğrenmeye başlamış) gibi diller biliyor (9 dil bildiğinden söz ediliyor ama başka bir kaynakta onunla çalışan öğrencisi Yıldırım Arıcı, Bilge Karasu’nun 15’ten fazla dili anadili gibi konuştuğunu belirtiyor). Arap harfleriyle yazılmış Türkçe metinleri okumak için bu yazıyı kendi kendine öğreniyor, Farsçaya da ilgi duyuyor. Ibsen’i aslından okuyor (Norveççe).
Bu kadar dil bilmek, aslında Bilge Karasu’ya birçok kitabı yazıldığı dilden, çoğu kişiden önce okuma imkanı vermiş. Bu açıdan dünya edebiyatını çok iyi takip eden bir yazar. Ancak Bilge Karasu’nun yazarlık kariyeri boyunca temel tercihi, hep Türkçenin ifade olanaklarını zenginleştirmek yönünde olmuş. Bu yabancı dilleri bile, bu olanakları genişletmek için öğrendiğini söylüyor. Birçok çeviri çalışması var; düz metinler yanında, bilimkurgu çizgi romanlar bile çevirmiş.
Düşünmeyi, hayvanlara bakmayı ve müziği seviyor. Küçük yaşlardan itibaren piyano dersleri almaya başlamış.
“Musiki bağıntılar kurmasını öğretir. Musiki eğitiminden söz ediyorum. Küçük yaşta bu eğitimin ne kadar biçimleyici, belirleyici olduğunu anlatmağa çalışıyorum. Ayrıntılar orada öğrenilir, incelikler orada öğrenilir ki bunu çok önemli sayarım” diyor.
Müziği meslek olarak seçmeyeceğine 17 yaşında karar vermiş ve bu kararı verdiği gün de yazı yazmaya başlamış. Ama bu sözleri söylediğinde, şu an bir piyanom olsa, oturur saatlerce çalardım diyor yine de, o kadar çok seviyor. Ayrıca iyi derecede nota okuyabilen, opera, film ve resim eleştirisi yapabilen biri. On parmağında on marifet var; yemek, çamaşır, ütü gibi pek çok işi de tek başına yapabiliyor. Sadece daha verimli çalışabilmek için bu işleri başkasına devrediyor. En çok hoşlandığı şey, saatlerce masanın başına oturup okumak ya da yazmak. Bir dönem Ankara Radyosu’nda Fransızca haber spikerliği de yapıyor.
İlk yazısı 1950’de, ilk hikayesi ise 1952 yılında Seçilmiş Öyküler dergisinde yayımlanıyor. 1953’te Turizm ve Tanıtım Bakanlığı Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde tercüman olarak çalışmaya başlıyor, 1956’da istifa ediyor.
Bilge Karasu maddi sıkıntılar çekerken, çocukluğundan beri gitme hayali kurduğu Brezilya’da olan amcasından ona bir miras kalıyor. “Merhum amcamın sessizce ardında bıraktığı ve rezilce bana kalan yüklü mirasın, bana asla ulaşmadan orada güzelce büyüdüğünü” diye ifade ediyor.
1975 yılı ocak ayında hayatının sonuna kadar devam edeceği işe, Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocalığa başlıyor; Metin Okuma ve Yazma, Yabancı Dilde Felsefe Metinleri, Mantık, İmbilim (Göstergebilim) gibi dersler veriyor. Ama okul dışında da hayatı boyunca, hiçbir karşılık beklemeden bir tür eğitim neferi gibi çalışıyor.
Sıradan olmayan bir zekaya, olağanüstü bir akla, nice sanatçıyı geride bırakacak artistik yeteneğe ve son derece güçlü bir belleğe sahip. Yıllar öncesinde gerçekleşen bir olayı gün, ay ve yıl olarak hatırlayabiliyor. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümündeyken Füsun Akatlı ve Sıtkı Erinç henüz Türkiye’ye ulaşmamış ilaç prospektüslerinden sözcükler bulup, sadece onu sınamak için soru sorarlarmış. Bir yerlerden düşünüp ipuçlarını kullanarak sözcüğü tanımlar, anlamını açıklarmış. Talat Halman ona “canlı ansiklopedi” diyor. Son derece sistemli, düzenli biri, evinde ve odasında her şeyin yeri belli. Uzun süre eline almadığı herhangi bir şeyi bile sorulduğunda aramadan gidip bulabiliyor. Ancak bu kadar düzen, ve tertip asla onu mekanikleştirip robot haline getirmemiş.
Metin ifadesi
Yazılarına metin demeyi tercih ediyor. Enis Batur, ‘metin’ terimini edebiyatımızda bilinçli olarak kullanan ilk yazarımızın Bilge Karasu olduğunu söylüyor. Bilge Karasu, yazdıklarının bir türe girmemesinden dolayı onları metin olarak adlandırıyor. Sema Kaygusuz’un deyişiyle, Arapçada metin kelimesini oluşturan “m,t,n” harfleriyle oluşturulan kelimeler, sağlam anlamını ifade ediyor; çadır çatmak, yurt kurmak anlamına da geliyor. Metin, Bilge Karasu’nun evi, çatısı, yurdu. Yazıları için metin ifadesini böyle bir bilinçle seçmiş.
Yazım, anlatım tarzı
Edebiyatında anlatım diline, biçime önem veriyor. Bilge Karasu eserlerinde, dil hiçbir zaman yalnızca bir fikri aktarmak için kullanılmış bir araç değil, kendi karakteri, sesi olan canlı bir şey (Gece’yi Arnavutçaya çeviren Esmerina Zalli’nin ifadesi). “Ve” bağlacını hiç kullanmamış. Zaten cümleleri de öyle bir kurmuş ki “ve”ye gerek kalmamış. Virgülü ise çok sık kullanmış, çünkü yazıda virgülden bir ritim aracı olarak faydalanmış.
Bilge Karasu deyince ne anlattığının yanında, “nasıl anlattığı” ön plana çıkıyor. Ona gelen eleştirilerde ‘anlatım dili kadar anlattıkları da önemli değil mi?’ gibi eleştiriler var. Bilge Karasu’nun metinlerinin anlaşılmasında okurun soyutlamalar, metaforlar, simgeler üzerinden okuma alışkanlığının olması önemli. Çünkü Bilge Karasu kavramlaştırarak yazıyor, bu şekilde birkaç katmanlı göndermeler ağı kuruyor. Açık olan konuları, kat kat örtülü anlatıyor. Bunları yaparken de metinlerinde en arı olana ulaşmaya çalışıyor. Füsun Akatlı Bilge Karasu yazını için, “her yazısında kendini hissettiren mozaikçiliği” diye bahsediyor.
Bilge Karasu’nun dili akıyor ama kendi deyimiyle “kara su” gibi; karanlık. Bakınca dibi görülen bir su değil akan, bir yandan da incelikli, hassas. Yazdığı konuya da okura da mesafe koyuyor; fazlasını yazabilecekken yazmıyor, tutuyor, yok ediyor. Bir yazısında diyor ki “[Yazının] Sezdirdikleri ‘var’ değildir ama ‘yok’ da değildir. Yazının alacakaranlığı, çok üretici olabilir.” Aynı zamanda yazdıklarını açıklamayı pek sevmiyor. Okur ne anladıysa öyledir, diyor.
- Metinlerinde düz bir anlatım yok. Çünkü eserlerinde yaşam-ölüm, beden-değişim, yazma-okuma, tasarlama-yapma, gece-gündüz gibi karşıt pek çok durum sürekli olarak birbiri ile yer değiştirerek varoluyor. Bütün metinlerdeki bu karşıtlıklar, başlangıçtaki haliyle devam etmiyor. Bir süre sonra karşıtına benzeme, karşıtında ilerleme, karşıtına bölünme, yani karşıtı olma durumu söz konusu oluyor. Metinleri sert metinler, su gibi akmıyor (kara su). Yani bir anda akıp dökülmeyecek kadar sert, bir solukta söylenemeyecek kadar ağır konular. Söylediklerinden çok daha fazlasını yok etmeyi seçiyor, ancak yok ettiklerini görünür kılacak izler bırakıyor.
- Eserlerinde tek seslilik yerine, seslerin birbirine karışmasıyla oluşan çok seslilik var.
- Metinlerinde gerçeğe benzeyen bir dünya olmasına rağmen, bu gerçeklik okuyucudan farklı bir birikim bekliyor.
- Destanlar ve masallardan oluşan dünya ve bölümleri birbirine bağlayan ipuçları ayrı bir kapı aralıyor.
- Saf ve öz Türkçe ile yazmasına rağmen, anlaşılması zor yazarların başında geliyor, ancak bu kelimeleri çok ustaca kullanıyor. Karasu’nun metinlerindeki anlaşılmazlığın nedeni a) hem kelimelerin bilinen temel anlamları, yan anlamları ve hatta mecaz anlamları dışında yeni anlamlarla örtülmesi b) hem de din, felsefe, psikoloji, tarih, edebiyat gibi pek çok bilim dalından faydalanmasından kaynaklanıyor. Bilge Karasu’nun yazarken hedeflediği şey kolay okunmak değil. Her yazarın kolaylıkla okunmayacağının ve zaten tek erdemin de kolay okunmak olmadığının anlaşılmasını istiyor.
- Öz Türkçe yazmaya, öz Türkçe kelimeleri kullanmaya titizlense de bazı sözcükleri eski haliyle kullanmayı tercih ediyor. Örneğin; müzik yerine musiki, zaman yerine vakit, bant yerine şerit, kimi zaman akıl kimi zaman us gibi… Galiba onun için önemli olan kelimenin anlam bütünlüğüyle nasıl hizmet ettiği, işlevselliği. Çünkü musiki aslında müzik değil, müzik sanatı demek; vakit ise zamanın bir parçası demek. Ayrıca öz Türkçe güncel kullanımları yanında, Çağatay Türkçesi, Kıpçak Türkçesi gibi geçmiş kullanımları da günümüz Türkçesine kazandırmak için kafa yoruyor.
- Onun edebiyatı ikili şekilde ilerliyor: Çatışmalar ve uzlaşmalar.
- Özümsemek konusunu önemsiyor. Yemek yemek ve sevmek arasında, bu anlamda bir bağlantı kuruyor. Yazmayı da bu bağlantıyla açıklıyor. Yazmak da bir çeşit özümsemek. Yazmanın öncesinde ve sonrasında okumak var, şeklinde. Eserlerine son şeklini vermek yıllarını alıyor Bilge Karasu’nun. Tek bir masalı bile yıllara yayarak yazıyor. Yazısını kusursuz hale getirene kadar bitti demiyor.
Ustası/Çırakları
Bilge Karasu sayısız yazarın, sanatçının, düşün insanının ustası olmuş. Örneğin, Oruç Aruoba, Cevat Çapan, Fatih Özgüven, Cüneyt Türel, Enis Batur, Tansu Açık, Yıldırım Türker vb. Kendisinin ustam dediği, adını anmadan “hocam” dediği kişi ise, karşılaştırmalı mitolojinin kurucularından, Michel Foucault’nun da ustam dediği, Türkiye’de 20’li yıllarda İlahiyat Fakültesinde de hocalık yapmış olan Georges Dumézil. Ayrıca Roland Barthes, Umberto Eco, Italo Calvino çok severek takip ettiklerinden.
Okumak onun için ciddi bir iş. Tüm ömrünce her okuduğu kitabın adını yazdığı bir liste tutmuş (Bu listeyi ölmeden önce Mustafa Arslantunalı’ya emanet etmiş). Binlerce kitap okumuş. Sadece 25 yaşına gelene kadar 2000’in epey üzerinde kitap okumuş. Ali Poyrazoğlu, Bilge Karasu’nun Bodrum’da tatilde olduğunda bile, tüm ev halkının evden uzaklaşmasını beklediğini, herkes gittikten sonra masa başına geçip hazırlığını yaparak kitap okuduğunu anlatıyor.
Eserleri
Ona göre yazı, yaşamın benzeri bir iş yapmakla eşdeğer. Eserlerinin her biri birbirinden farklı ama bu eserleri birleştiren bir ortaklık var: En çok yazdığı konular olan aşk (içeriden gelen) ve korku(dışarıdan gelen).
Onda metnin gizi, metnin boşluğu; Yazıda varedilemeyenin de varlığının sezilmesi. Çünkü bu varedilemeyenler metne girerse, yazının sınırları içine hapsolacağından, ancak bir yokluğu kendilerine yer edinerek var olabilirler. Yani yazıda olmayarak varolabilirler.
Yazılarını kurma biçimi içinde: (düşünmek + hayvan sevgisi + müzik + resim) var.
Bilge Karasu’nun eserleri bir ayna gibi: kendimizi ve ötekiyle kurduğumuz kırılgan ilişkiyi ‘doğru düzgün’ görebilmek ve irdeleyebilmek için bakılması gereken en yetkin ayna… Bütün eserlerine sinen ve eserlerinin ana izleklerinden biri de “ölüm”.
Roman, hikaye, şiir, günlük, deneme, metin, radyo oyunu, libretto tarzında eserler vermiş. Yazıları, modernist ve hatta postmodernist yazı anlayışı içinde değerlendirebilecek özellikler gösteriyor. Yazıları, kendini bir çırpıda okura açmayan özellikte, emek gerekiyor.
Enis Batur eserleri ile ilgili diyor ki “En güçlü metinlerini 1960-75 arası yazdı: 30-45 yaş diliminde. ‘Acı Kök’ten ‘Uzun Sürmüş’e, ‘Göçmüş Kediler’den ‘Kısmet Büfesi’ne…. (sonrasında) bir başka evreye geçiş başladı.” Yazdığı metinleri adeta bir sözel partisyon biçiminde yazıyor. Özellikle “Çeşitlemeli Korku” ve “Sevilmek” isimli çalışmaları bu şekilde yazmış. “Çeşitlemeli Korku” adlı çok sesli eserinin metin hali, Kısmet Büfesi’nde de yer alıyor. Bu çalışma 5 ses ile seslendiriliyor, başta Cüneyt Türel’in de büyük katkısıyla. Kılavuz adlı eseri ise bir senaryo olacakmış gibi yazılmış eseri.
Ödülleri
- Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü, Ölen Adam (1963)-D. H. Lawrence’den çevirdiği,
- Sait Faik Hikâye Armağanı, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (1970).
- Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Ne Kitapsız Ne Kedisiz (1994).
- Pegasus Ödülü, Gece (1991) Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) verildi.
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı adlı eseri Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanıyor. Ancak seçici kurul Bilge Karasu’yu yeteri kadar “sosyal içerikli” bulmadığı gerekçesiyle ödülü ikiye bölüyor. Bilge Karasu, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Bekir Yıldız’la paylaşıyor.
1991’de ABD’nin mobil şirketinin iki yılda bir değişik bir ülkenin önceki on yıl içinde yayınlanmış en başarılı romanına verdiği Pegasus Ödülü, Bilge Karasu’nun Gece adlı eserine veriliyor. Gece’yi, Orhan Pamuk’un Kara Kitap ve Yeni Hayat eserlerini çeviren Güneli Gün, Night adıyla çevirmiş (Bazı çevrelerce bu Orhan Pamuk eserlerinin çevirilerinin, Türkçe halinden daha iyi olduğu yönünde eleştiriler yapılıyor. Güneli Gün o çevirmenlerden biri). Ancak Karasu’nun ileri derecede İngilizceye hakim olması ve çeviriyi detaylı bir şekilde ele alması, olayların karmaşık hale gelmesine ve Güneli Gün ile Bilge Karasu arasında gerginlik yaşanmasına neden olmuş. Güneli Gün’ün çevirisi sorunsuz görünmesine rağmen, Bilge Karasu, ifade etmek istediklerini çeviride tam olarak bulamamış. Sonunda Güneli Gün, anlayışlı ve esnek davranıp Bilge Karasu’nun istediği tadillerin birçoğunu kabul etmiş. ‘Ama bu benim çevirim olmaktan çıktı.’ demiş. Şöyle bir çözüm bulmuşlar: Kitabın kapağına ‘Translated by Güneli Gün, with the author’ (Güneli Gün tarafından yazarın işbirliğiyle çevrilmiştir) cümlesi yazılmış. Bu anekdotu anlatan Talat Sait Halman, Karasu’nun hayatı boyunca Türkçeye güçlü bir inanç duyarak bağlandığını belirtiyor.
Bilge Karasu ve Sanat – Özellikle Müzik
Sanatın neredeyse her dalına – tiyatro, sinema, plastik sanatlar vb. – derin bir ilgisi ve çoğu hakkında da şaşırtıcı derecede güçlü bir bilgi birikimi var. “Resimden yola çıkarak yazıyorum” diyor. Dolayısıyla metinlerini sesle, ışıkla, renkle oluşturuyor. Ama resimle birlikte müziğin yeri, onda başka. Dilde bir müzik oluşturmaya çalışıyor. “Ressam olur muydum sanmıyorum, ama musiki ile uğraşmayı çok düşündüm. Düşünmekten öte çalıştım” diyor.
Bilge Karasu, 6 yaşında piyano çalmaya başlıyor; değeri yüksek bir nota koleksiyonuna sahip ve kendine ait küçük besteleri de olan bir piyano virtüözü. Atlas Film Stüdyoları’nda Nedim Otyam’ın film müzikleri yaptığı orkestrada, 1950’li yıllarda piyano çalıyor. Gençliğinde bir orkestrada piyano çalıyor. Ailesinin içinde olduğu ekonomik sıkıntılar nedeniyle piyanosu satılıyor ve piyano ile bu sıkı bağı gevşiyor. Ancak çok sesli müziğe olan hakimiyeti, metinlerinin ana damarlarından birisi olmuş. Tıpkı bir müzisyen gibi, çalınan eserlerin bestecisi, tarihi, sanatçıları ve sazlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiye sahip. İleride bale, opera projelerine de destek veriyor. Ona göre müzik eğitimi, felsefe eğitiminden de önemli. Çünkü ölçüyü ve vakit kullanımını, ayrıntıyı, inceliği öğretenin, müzik eğitimi olduğunu düşünüyor. Dinlemeyi ve çalmayı sevdiği müzisyenler Musorgski, kedisine adını verdiği Franz Liszt***, Göçmüş Kediler Bahçesi’nde bahsettiği Carlo Gesualdo da Venossa, Schoenberg, İlhan Mimaroğlu ve Debussy. Bir de, yazısını müzikten başka, en çok sinemanın beslediğini düşünüyor.
***Franz Liszt’in Macarca söyleyişle küçük adı Ferenç. Bilge Karasu ilk kedisine Ferenç adını veriyor. Bu kedi, Bilge Karasu 17 yaşındayken ailesinin evde kedi istememesi yüzünden kendi elleriyle Hayvanları Koruma Cemiyeti’ne vermek zorunda kaldığı çok sevdiği kedisi. Bilge Karasu, kedilerin bir tür kedi Macarcası konuştuğunu da düşünüyor.
Bilge Karasu’nun Kedileri
Bilge Karasu’nun giden (göçen!) ilk kedisi Ferenç dışında yaşamı boyunca ona eşlik eden başka kedileri de oluyor. İlk ailesi Fransız bir hanım ve Avusturyalı bir beyin koyduğu sürrealist ismiyle Sekiz 60’lı yılların büyük bir kısmında Bilge Karasu ile kalıyor. Ardından aynı sene kedi Mırık geliyor. Kediler çoğunlukla hastalandıklarında veya öleceklerini hissettiklerinde saklanırlar veya sahiplerinden, evlerinden uzaklaşırlarmış. Her iki kedisi de gidiyor (göçüyor). Sekiz 67’de kayboluyor, Mırık belli bir zaman sonra evden kaçıyor. Sonraki kedileri 19 yıl onunla kalan Bibik ve Bibik’ten sonra gelen Bıyık oluyor.
Ferhan Şensoy da, Bilge Karasu’nun kedisiyle ilgili bir anısını “Senin Kedini Niye Ben Seviyorum” adlı yazısında anlatıyor. Ferhan Şensoy, Bilge Karasu’nun Sevilmek adlı metnini sahnelemek istiyormuş. Bunun iznini almak için Bilge Karasu’nun evine gitmiş:
“Evde esas çocuk bir kedi. Kitapların üstüne kurulmuş, zart oradan kalkıyor, gidiyor bir koltuğa yan gelip yatıyor. Karasu ona ismiyle hitap ediyor, konuşuyor. O evde ikisi yalnız yaşıyorlar. Yazar, kediye ev arkadaşı gibi davranıyor. Yazarın ev arkadaşı bacaklarımın arasında dolaşıyor. Bilge Karasu ile ilk görüşmem. Heyecanlıyım. Konuştuğumuz şeyler bence çok önemli. Bir ara, o sırada benim için hiç önemi olmayan o kedinin ayağına basıyorum. Kedi ciyaklıyor. Birden yerinden fırlıyor Karasu, kediyi kucağına alıyor. Franz Kafka tarafından yazılmalık bir sahne. Yaralandı mı? Hastaneye mi götürsek? Kedibülans mı çağırsak? Tedirgin oluyor, lafı uzatmadan izin istiyor, konuşmayı düşündüklerimin çoğunu konuşamadan hızla çıkıyorum hayran olduğum bu bilge yazarın evinden.”
Bu olaydan sonra bir daha Karasu’yu aramaya cesaret edememiş Ferhan Şensoy. Tanıştıkları bu görüşme aynı zamanda son görüşmeleri olmuş, “Sevilmek” adlı oyunun sahnelenme planı da böylece suya düşmüş.
Bilge Karasu ve Felsefe
Bilge Karasu felsefe eğitimi almış, bu eğitimi uzun yıllar vermiş ve metinlerinde edebiyat-felsefe dengesini kurmayı başarmış usta bir yazar. Eserlerinde felsefe-edebiyat ilişkisi, varoluşçuluğun çizgisinde. Okuyucuyu düşündürmeyi seviyor.
Füsun Akatlı, Bilge Karasu için diyor ki “Türk edebiyatının, yazısında en çok ‘felsefe’ taşıyan ama felsefeyi edebiyatına taşıtmayan, denge ve doz ayarını meleke hâline getirmiş ustası”.
Bilge Karasu da kendisi ve felsefe bağlantısı ile ilgili diyor ki “Felsefe okuduğum bir şeydir, ama çok az yazdığım bir şeydir. Yaşama, dünyaya hep yazın açısından bakmak demek felsefeyi hiç hesaba katmamak değildir. (…) Düşünmeyi seven, düşünmeye önem veren bir insan olduğum söylenebilir herhâlde. Yoksa yazılarımda herhangi bir felsefe yaptığımı söylemek biraz fazla olur değil mi?”
Yani Bilge Karasu’nun yazılarında kullandığı felsefe, kahramanların kendi özünü bulma aşamasındaki sorgulamalarıyla başlayan, kendi içlerindeki ışığı bulma çalışmalarıyla devam eden uzun bir süreci kapsıyor. Yazıları, sürmekte olan bir yaşama uğraşının iz düşümü. Bu iz düşümde gizli/açık her şeye rağmen, hep umut var:
“Kimbilir belki de hiç iyimser değilim, denebilir. İyimser değilim ama umut… Umut” diyor Bilge Karasu. Ona göre her umutsuzluğun içinde mutlaka bir umut var. “Umutsuzluk içinde olduğunu söylemek, umutlu olduğunu söylemenin bir başka yoludur” diyor.
Her şeye rağmen, umutsuzluğun içindeki umudu bulmayı başarabilecek kadar umutlu, Bilge Karasu. Çünkü o: “Eksik yaşanmışın insanı yaraladığı ama umudun yitirilmesinin daha da eksik bir yaşama götüreceği”ne inanıyor.
Bilge Karasu’nun can dostu Füsun Akatlı, Bilge Karasu Aramızda kitabında yayınlanan Bilge Karasu’ya “Bir Turgut Uyar şiiri gibi oldu ölümün” diyerek şu şiirle veda ediyor: