“ Edebiyat kimsesizlerin kimsesidir.”
Ahmet Büke
Burası Köstence. Üstte mavi gök, altta boz deniz, arasında kızılca kıyamet…
Ahmet Büke’nin hayatı görme biçimi farklı, gözlemleme gücü yüksek… Hayatın günlük akışında, sıradan görünen her insandan başlı başına bir öykü çıkarabiliyor. Yaşantılarından yola çıkarak acıdan bahsedip hala umudu aşılıyor: “Kendim ile ilgili genellikle kötümserimdir ama insanlık için iyimserim her zaman. Yaşam ve insan çok dinamik… Olmadık zamanda ve en kötü anlarda ikisinden de umut fışkırabilir. Hayatın, insanın ve dünyanın değişebileceğine inanıyorum.”
Canetti, “Yazarların görmediği şey olmamış demektir” diyor. Ahmet Büke de:
- Edebiyatın içinde politikanın her zaman olduğuna inanıyor. Hatta bu düşünceyi bir adım daha ileriye götürerek politikadan uzak duran yazarları yerinde saymakla eleştiriyor. Toplumun sorunlarıyla okuru yüzleştirme çabası var.
“Edebiyat, hayatı anlamamıza ve değiştirmemize yardım etmiyorsa onda umut yoktur. Umut vermeyen bir şeyle de kimse ilgilenmez. Bugün edebiyatın yaşadığı krizi biraz da burada aramak gerekiyor. Politik olanı dışlayanı hayat da dışlıyor.” Ahmet Büke
Yazılar nasıl olmalı? Kendi hacminden çok daha fazla zamanı içinde barındıran ve anlatmaktan çok hissettiren kurgular olmalı ona göre.
Ahmet Büke, Deli İbram Divanı’nı Corona salgınında, zamanını fırsata çevirip yazmış. Herkes hastalık, ölüm-kalım vs. dertleriyle doluyken (ki o da bu hastalığı arada geçirmiş), denizciliğe merak salıp araştırmış ve romanı yazmış. Yazmadan önce bir buçuk yıl denizcilik ve İzmir hatta eski Türk destanları, en eski edebi metinlerimiz üzerine çalışmış ve romanı bir buçuk ayda yazmış. Daha öncesinde olta ile tek bir balık bile tutmamış. 20 yaşından sonra yüzmeyi öğrenmiş. Hiçbir şey bilmiyormuş ama teknelerde kalmış, tamirini öğrenmiş, denizci arkadaşlar edinmiş. Bunları 8 saat mesaili işini yaparken gerçekleştirmiş:
- Günde 1-2 saat okuyabiliyormuş. Deniz edebiyatını okumuş. Hatta Yaman Koray adlı 70’li yılların çok önemli deniz üzerine yazmış bir yazarının kitaplarını sahaflarda bulmuş. Artık basılmıyormuş, ailesine ulaşmış, yeniden basılmaya başlanmış kitaplar. Denizcilik kuramı okumuş. YÖK’ün veri tabanına girip Akdeniz denizciliği ile ilgili ne kadar tez varsa indirip okumuş. Denizcilik dili etimolojisi çalışmış. Akdeniz çarkının denizcilikle ilgili dilini, yani Lingua Franca (ortak dil) denilen, her dilin katkısı olduğu dili çalışmış. Mesela Venediklilerin, İspanyolların, Arapların kullandıkları sözcükler, ortak Akdeniz dilini oluşturmuş. Denizcilik teknolojisi, denizcilik tarihi… Hep okumuş, araştırmış, çalışmış….
- Sadece okumak yetmeyince, kafasında oturmayınca denizci arkadaşlar bulmuş. Romanda geçen çökertme dalyan da Karaburun’daki dalyancılık. Hatta denizcilik müsteşarlığının her yıl açtığı amatör tekne kaptanlığı sınavına da girmiş, ehliyeti almış. “Teknem yok ama kaptan ehliyetim var şu an” diyor.
Ama yazmaya başladıktan iki hafta sonra yani aşağı yukarı üçte birinden fazlasını bitirdiğinde hikâyenin sonunun nasıl biteceğini de çözmüş.
Deli İbram Divanı, Ahmet Büke’nin büyükler için ilk romanı. Çocukları olmayan ailenin ilk çocuğu Osman’ın doğumunda annenin yunus yavrusuna kıyamayışı ve sonrasında evlat sahibi oluşları, ardından yunus avıyla ödedikleri bedel; böylece bir imtihandan geçen ailenin hikâyesi, masalsı bir atmosfer içinde anlatılıyor. Türk siyasi hayatına değinmeleri açısından da önemli. Eski İzmir ve denizcilik konuları da romanda geçiyor.
Ahmet Büke önceden, Ege havzalarında 1950’lerden beri yaşanan sosyo-ekonomik değişimi anlamaya çalışan bir saha çalışmasında yer almış. 2010’ların başında, sahada aile hikâyeleri üzerinden bu konuda çalışmış. Yani örneğin Söke’de toprak sahibi bir ailenin üç kuşağının öyküsünü derlemiş.
Yunus Avı: Dünyada balina avı ve endüstrisi oldukça yaygın, yağı çok kıymetli. Bizim gibi Akdeniz ülkelerinde balina olmadığı için muadili yunus. Ancak halk kutsal gördüğü yunusları avlamak istemiyor. Yunus avında yasal bir engel yok, hatta zamanında yasal olarak teşvik ediliyor; dağdaki domuz nasıl çiftçinin ekmeğine engel oluyorsa, denizdeki yunus da balıkçının balığına engel oluyor diye akademik yazılar yazılıyor. Halk rıza göstersin isteniyor.
Yunus avı da çok eski; mesela İstanbul’un fethinde gemileri ilerletmek için kızaklara dökülen yağ, yunus yağı. Bunun için özel yunus avlanmış.
- Yaşar Kemal Deniz Küstü kitabında da Yunus katliamı konusunu işliyor (1978). Ahmet Büke küçükken okumuş ve unutmuş. Deli İbram bittikten sonra, böyle bir kitabın varlığını hatırlamış.
Deniz Küstü”de de yunusların yağları için öldürüldüğü ve Ege’den, Marmara’dan yok edildiği yıllara değinilir. Her iki romanda da yunustan yana duranlar toplum tarafından dışlanır, deli diye ötekileştirilir; her iki romanda da okur toplumun dışladığı karakterlerle özdeşlik kurmaya karşısında ezilenin yanında olmaya, yoksulun, kurdun, kuşun, yunusun… Ne yazık ki bu iki roman arasındaki yıllar boyunca yunuslar denizlerimize tam olarak dönmedi.
Deli İbram Divanı, Yani Deli İbram Tarihi, 1950’li yılların İzmir’i, ekonomik ve toplumsal dönüşüm ile birlikte, memleket halleri, siyasi çalkantılar, hayatta kalma, siyasi özne olma, sınıf çatışması ve mülksüzleşme üzerine bir yapıt. Doğa insan ilişkisi ve doğadan kopuş ile birlikte ne geliyorsa insanın başına ondan sonra geliyor.
Ahmet Büke için ise Deli İbram Divanı, deniz edebiyatımıza katkı sağlama amacıyla yazılmış, temelinde sınıfsal bir çatışmanın yer aldığı bir Ege romanı.
Romanda üç farklı siyaset anlayışı var:
- Balıkçı ve Demirci Asım bir ekip;
- Deli İbram ayrı ve
- En son kuşak Terzi Osman. Terzi Osman hepsinin hem devamı hem siyaseten eleştirisi.
Bir adada yaşayan balıkçı bir ailenin hikâyesini anlatmak istemiş. Ama ada, deniz, denizcilik, balıkçılık bunlar bildiğim konular değil. İyi bildiği memleket insanı ve coğrafyasıyla benzerlikleri yok.
Onun için tamamen yeni bir konu. Bu nedenle oturup uzun uzun çalışmış kitaba. Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca deniz, denizcilik ve 1950’li yıllar İzmir’i ve Ege havzası üzerine çalışmış. Ama denizden korkuyor ve korktuğu şeyleri yapmaya da bayılırmış hep.
Romanın sonu ile ilgili: Okurun içinde damla damla biriken öfkeyi bir umuda dönüştürerek bitiyor roman. Yalnız buradaki intikam hikayesi ile ilgili itirazlar gelmiş. “Dövüş çok sürmez bizim coğrafyada. Ayrıca zayıflar uzun uzun harp edemezler.… “Bir grup, sondaki hesaplaşmayı yoksullara yakıştıramadı. Bunu edebi ama bilinçaltında siyasi olarak çok şık bulmadılar. İstiyorlar ki hep dayak yiyelim” diyor Ahmet Büke.
Esas anlatılmak istenen: Yaşama inadı. Bir serçenin yaşama inadı. Serçe narin bir kuş, zorlu koşullarla baş ederek hayatta kalır. Kendi alanında yaşamayı çok sever, ne olursa olsun bölgesini bırakmaz. Yani zayıf olabilirsiniz ama bir vatanınız, alanınız ya da fikriniz varsa onu savunarak hayatta kalabilirsiniz. Mücadele şart ama akıl da lazım. Deli İbram da diyor ‘Yiğit olmak yetmiyor kafa da lazım…’ Mücadele şart ama akıl da cesaret kadar önemli.
Bizim coğrafyamızda güçlüler ve güçsüzler kavga ediyorsa, o kavga hızlı bitmek zorunda. Güç asimetrisi var, karşı taraf çok güçlü ise o savaş hızlı, kesin ve sert bitmeli. Örn: Büyük Taarruz’da Atatürk ya bu şekilde yaparız ya da yeniliriz der, başka çare yok. Çünkü bir atımlık barut var. Osman ve Deli İbram da güçsüz. Kesin sonuca gitmeleri lazım.
- Deli İbram sonunda halka, ‘kahramanlar sizi kurtaramaz’ demek istiyor. Yani fiziken Eczacı Süleyman yok olsa da onun içinde olduğu düzen devam ediyor. Adadaki balıkçılar kaderlerini kendi ellerine almalılar. Osman ise sadece birey; geri döndüğünde Osman yenilebilir veya bizzat Eczacı Süleyman’a da dönüşebilir. Zafer için cesur olmak yeterli değil, akıl da lazım.
Romandaki kör derviş, kör yazar ve Deli İbram bir diziliş olarak, görünenin ardındakini anlatanlardır.
Ahmet Büke’nin büyüdüğü yerde olan Deli İbram Abi ve Deli Rehber, Deli Hasan, Deli Osman Abi mahallesinin tanınan delileri.
Deli İbram: “Çocukluğumda Ege’de Gördes’te, deliler hem sevilir hem de delilere saygı duyulurdu. Deli İbram biraz çocukluğumdan getirdiğim bir karakter (Ahmet Büke’nin Kırlangıç Zamanı kitabında da Deli İbram var)…. Ben çocukken deliler de dışarıda, sokaktaydı… Babam şakayla karışık anlatırdı, annenizin köyünde her evde bir deli vardı (Yakaköy’de deli çok çıkar), bir evde deli yoktu, oradan da annenizi aldım. Babam esnaftı ve hatırlıyorum bizim eve her gün ayrı deli gelirdi. Ve bizimle sohbet eder, soframızda otururlardı. Biri mesela sadece pazartesileri gelirken, bir diğeri yılda tek gün gelirdi. Atıyorum, her yıl 3 Mayıs’ta gelip babamdan beş lira alan bir adam vardı, sonra çekip giderdi. Bu insanlar bizim toplumun zenginliğiydi. Şimdi sokakta deli falan göremezsin, hepsi evlere, hastanelere kapatılmış durumda. Oysa aslında çoğu aramızda yaşayabilecek durumda. Galiba Foucault’nun 1900’lerin Avrupa’sı için söylediği şeyi biz yeni yeni yaşıyoruz; deliliği hapsediyoruz. Türkiye’de birkaç akıl hastanelerinden birinin Manisa’da olması boşuna değil” diyor Ahmet Büke. (10 akıl hastanesi var: İstanbul (2), Samsun, Manisa, Adana, Elazığ, Bolu, Trabzon, Bursa, Tokat).
Deli bizde sadece akli melekeleri yerinde olmayana demezler. Düzen dışında olan, insanlara aykırı, belirli düzene karşı çıkan, muktedire karşı çıkan, çark kıran insanlara, biraz serdengeçti gibi insanlara denir. Oradan geliyor. Karacaoğlan‘ın dizesinde ‘Hakkın divanında hesabımız sorulacak‘ diyor. Deli İbram da hakkın divanını bu dünyaya kuruyor, hesap bu dünyada sorulsun diyor. Deli İbram’ın zihinsel bir sorunu yok, birçoğundan akıllı. Düzeni tehdit ettiği ve toplumsal yapılarla çatıştığı için de deli deniyor.
Leyla: Deli İbram kritik bir rolde. Romanın kalbi orada. Ama Leyla romandaki en önemli karakterlerinden biri, kurucu bir özne. “Romanda ben Leyla ile tanışmak isterdim”, diyor Ahmet Büke. “Çünkü 50’li yıllarda bir kadın, ondan küçük birine aşık oluyor. Başka bir şey yapmak istiyor. İnsanlar onu hep dinlesin, anlasın istiyor… Hayatındaki her erkek konuşuyor ama kimse onu dinlemiyor. Tek istediği biri beni dinlesin. İşte faytonla dolaşmayı da o yüzden istiyor. Sessizlik içinde, gidelim ve biri beni dinlesin. Onu çok dinlemek isterdim.”
Leyla’dan yola çıkarak Ahmet Büke roman için dişil bir roman aslında diyor. Rum Bacı, Saruhan Hatun etkisi, Osman’ın güçlü annesi ve Leyla.
Osman: Ahmet Büke yıllar önce bir arkadaşından, adada tek başına yaşam mücadelesi veren bir adamın hikayesini dinlemiş, insanlar arasında tek başına. Ondan yola çıkarak bu romanın hikayesini kurgulamış. Osman, yeniyi ve geleni temsil ediyor. Önce hayatta kalacağı ardından da kazanacağı bir karşı hattı kurmaya çalışıyor. Zayıflar için böyle bir yol hep mümkün. Osman için ‘gerçek hayatta da arkadaşım olmasını isterdim’ diyor.
- İlham kaynağı yazarlar olan Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’in bir zamanlar günlük gazetelerde yayınladığı tefrikalar gibi olan “İnsan Kendine de İyi Gelir” kitabını, kızıma benden ona bir şey kalsın diye yazdım. “Baban yenildi belki ama umudunu yitirmedi, sen ondan da güçlü ol ve zor durumlarda hep bir çıkış yolu bulunacağını bil, pes etme, vazgeçme” demek için. Geç yaşta baba olmuş ve yazdığı çocuk kitaplarını da kızı ile arasında bağ oluşturabilmek ve kendi yaşadığı dönemin çocukluğunu kızına anlatabilmek için yazmış.
- Toplumsal konulara da duyarsız kalamıyor. Kırlangıç Zamanı adlı çocuk kitabını, Soma faciasından sonra yazmış. Facianın ertesi günü oraya gitmiş. Dışarıdaki perişanlık yanında köy okulunun bahçesinde, çocuklar kendilerini korumak için oyun oynuyorlar. Onların hayata sarılma içgüdüsü Ahmet Büke’ye güç vermiş ve bu çocuklar için bir şey yazmak istemiş. Madencinin kızı hikayesi orada oluşmuş.
AHMET BÜKE (D. 1970)
Yazarlığa 32 yaşında (2002) başlamış; okuma yazma öğrendikten sonra babası ilk olarak Dede Korkut Hikayeleri’ni önüne koymuş, bizim asıl hikayelerimiz bunlar diyerek. Ondan sonra ilk okuduğu kitap “Suyu Arayan Adam”. Yazma serüveni okuma işinden sıkılmasıyla başlamış. Eski arkadaşlarıyla kurdukları bir mail grubunda, yarı gerçek, yarı uydurma metinler yazarak başlamış. Onun için “doğuştan öykücü” deniyor. Ama ilk kitabını neredeyse dört yılda birilerine beğendirip yayınlatabilmiş.
Aslında ben romancı, öykücü değilim. Ben hikâye anlatıcısıyım. Yazmaya başladığım ilk günden beri yaptığım; güzel, anlatmaya değer iyi hikayeler bulup onu iyi bir edebiyatla anlatmak. Ben edebiyatın hikâyelerden oluştuğunu düşünüyorum. Hikaye anlatma ihtiyacı nedeniyle insan önce sözlü edebiyatı geliştirmiş. Önce masalları, mitleri, efsaneleri, destanları geliştirmişiz sonra yazıyı keşfetmişiz… Bugüne ait bir şey değil hikaye anlatmak. Bugünün edebiyatı hikaye anlatmayan yani hikayesiz bir edebiyata döndüğü için, yazarın kendi ruh halinin iç dökmesi haline geldiği için okurun giderek uzaklaşmasının bir nedeni de o aslında.”
Ahmet Büke’nin “Neden yazıyorum?” sorusuna cevabı: Yazmak aklımda yoktu benim. Okumayı her zaman sevmiştim ama yazmayı hiç düşünmemiştim. Zaten lisede edebiyat derslerinden de zorla geçerdim. Otuzlu yaşlara kadar baştan sona kadar düzgün, okunabilir bir mektup bile yazamamıştım. “Darlanınca yazıyorum” ben diyor. “Öyle bir uykuya dalma hissi oluyor bende. Kendimi onarma ya da hayata direnme ihtiyacı hissedince oturup yazıyorum. Yani büyük acılar, yaratma sancıları çekmiyorum.” Annem bizim sökülmüş, eskimiş kazaklardan renk renk paspaslar örerdi. Ona benzetiyorum kimi zaman yaptığımı. Çok özel koşullara ihtiyaç duymuyorum.
Yani yazmak için soylu nedenlerim yok. Ayrıca edebiyatın da hayatın üzerinde olduğunu düşünmüyorum. Bütün bu olanlar benim için nefes almak gibi, çok da üzerinde düşünmeden yaptıklarım. Başka türlü olamama hâli belki de. Yazmak gerçekten hayatımı kurtardı, şu dünyada kendimi anlamlı birisi olarak hissetmemi sağladı. Az ama iyi arkadaşlarım oldu.
Yazarlık daha çok zanaatçılığa benzer bana göre. Çok çalışmak, inatçı olmak, yılmamak, zorluklarla mücadeleden haz almak size yol aldırır. Yetenek kafaya takılacak bir mevzu değil bu konuda.
“Ben aslında hikaye anlatıcı, masal anlatıcı bir ailenin devamıyım. Benim büyüklerim; dedem, babaannem, babam çok iyi hikaye anlatıcılarıydı. Bizde sözlü anlatı geleneği çok yaygındır. Benim çocukluğum böyle geçti. Dedesi okuyabilseymiş ve koşulları farklı olsaymış bir bilimkurgucu olabilirmiş: Uzaydan gelen tilki ile Gördesli horozun büyük savaşını seri masallar olarak yıllarca Ahmet Büke’ye anlatmış. Benim onlardan farkım tırnak içinde onların moderni olarak yazmaya yönelmem. Bunda babamın da etkisi var, babam iyi bir okuyucuydu. Ortaokul mezunu bir esnaftı ama Cumhuriyet’in ilk kuşaklarından yetiştiği için çok iyi bir kitaplığı vardı. (Neredeyse her akşam büyük yazarların hayatlarını çocuklarına anlatırmış, düzenli olarak Varlık Dergisi gelirmiş) Benim şansım bu oldu. Yoksa kahvede, dükkanda ya da evde hikaye anlatan aile üyelerinden biri olurdum. Edebiyatı keşfettiğim için yazmaya yöneldim.” Büke, çocukluğunda çok zengin bir yaşantı geçirmiş ve eserlerinde tüm duygularını çocukluk samimiyetine borçlu.
- Babam bana öğütler verirdi, annem ise ağzımı burnumu kırmama izin… Yazabilmemi o hataların yaşanmış olmasına bağlıyorum.
Ben yazarken hiç yorulmuyorum. Büyük acılar içinde, yaratım sancıları içinde yazdığını söyleyenlere çok şaşırdım hep. Yazmanın bana verdiği tek his, haz. Yeni bir şey öğrenmek ve yazmak beni hayatta en çok mutlu eden şeyler.
AHMET BÜKE’NİN EN ÇOK ETKİLENDİĞİ YAZAR
Türk edebiyatında onu en çok etkileyen Üç Kemaller: Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal. “Ben onların hem devamı hem eleştirisi gibi görürüm kendimi” diyor Ahmet Büke. Dünya edebiyatında da Platonov.
İlk satırını okuduğum günden beri Andrey Platonov’u çok seviyorum. Platonov benden, Doğu’dan birisi. Kültürel köklerimizin neredeyse aynı sulardan beslendiğini hissediyorum. Bir de onu dilimize kazandıran Günay Çetao Kızılırmak’ı anmam gerek elbette. Sanırım böyle çevirmenlere sahip olmak edebiyat için kazanım. Çok sevdiğim yazarları gündelik hayatlarında hep merak eder, hayal kurarım. Nedense Platonov’u düşününce hep Don kıyısı geliyor aklıma. Bir kütüğün üzerine oturmuş, nehrin öteki yakasına doğru kuracağı köprünün planlarını dizlerine sermiş. Bir yandan da Kızıl Ordu üniformasındaki düğmelerle oynuyor. Tam o anda yanından geçen at arabasını süren genç kıza takılıyor bakışları. Gülümsüyor. Kışın son günleri… Andrey Platonov’un her cümlesi beni etkiliyor. Çok dışardan ve çok uzaktan insana bakarak her şeyi bu denli açık ve temiz görmesi çok sarsıcı geliyor bana. O yüzden uzaylı olabileceğine inanmaya başladım.
Platonov dışında, Vüs’at O. Bener, Sevgi Soysal, Sait Faik onun için önemli.
Ahmet Büke, 2011’de Sait Faik Hikaye Armağanı ödülünü Yaşar Kemal’in elinden almış. Törende Yaşar Kemal, Ahmet Büke’nin kulağına eğilip bir tavsiyede bulunmuş: “’Bak şimdi sen bizim Balıkçı’nın (Sait Faik-genelde denizi ve balıkçıları yazdığı için Balıkçı diye bilinirmiş yazar arkadaşları arasında) ödülünü alıyorsun ama bunun üzerine yatma. Bundan sonra daha çok çalışmalısın” demiş. Büke, bu söz için, “ Yaşar Kemal’in ‘çok çalışmalısın’ sözü kulağıma küpe oldu tabi…” diyor.
Sait Faik: Ahmet Büke’nin öykülerinin neredeyse tamamında Sait Faik’in ‘küçük insan’ı var. Mahallede yaşayan yaşlı kadınlar, devlet dairelerine sıkışıp kalmış memurlar, akşamüstü koşarak dolmuşa yetişmeye çalışan işçiler, kuyrukta bekleyen insanlar ,her biri sıradan.
Sait Faik için Ahmet Büke’nin Yazısı: Onunla bir duygudaşlığım var. Bu nedenle umarım metinlerimi okuyanlar bu omuz omuza gelmeyi hissediyorlardır. Daha önce de anlatmış olabilirim. İlkokuldayken Sait Faik’in yukarı mahallede yaşayan bir abi olduğunu sanmıştım. Yani bir süre abilik yaptı bana. Ortaokulda o işin öyle olmadığını öğrendim. Sait Faik gibi birisinin ölmemesi gerektiğini düşündüm sonra. Çünkü benim de bildiğim birçok şeyi biliyor ve anlıyordu. Kuşların, dalların seslerini, üzülen ve sevinen insanların yüzünün aldığı hali ve böyle binlerce ayrıntıyı. Yazmaya yakın olduğum çağlarda ise bana kendimi en iyi hissettiren yazarlardan biriydi. Onun ve metinlerinin sayesinde dünyada kendime özgü bir yerim olduğunu, uzayda salınıp giden bir ruhtan öte ele avuca gelen bir hacmim olduğunu anladım. Yattığı yerler nurla dolsun. Ben ondan razıyım.
Sait Faik’e yazdığı mektupta: yunus sesinde, deniz dalgasında olduğundan bahsetmiş. Her cümlesinde kendi özgünlüğünü taşısa da sanki Sait Faik’den armağan bize Ahmet Büke. (Bahar Çubuk, Ahmet Büke’den insana iyi gelen öyküler, Mesele, 2015.)
Orhan Kemal: Tema bazında da Orhan Kemal ile benziyor. “Bir usta varsa ben Orhan Kemal’i kabul ederim. Yapmaya çalıştıklarıyla, yazdıklarıyla, çektiği sıkıntılarla, başarılarıyla, başarısızlıklarıyla Orhan Kemal’i ustam olarak kabul ederim.”
ÖYKÜLERİ
Semih Gümüş, Ahmet Büke’nin öykülerini nitelerken “yalınlığın derinliği” ifadesini kullanıyor. Öyküleri hem yalın, duru ve anlaşılır biçimde yazılmış hem de o yalınlığın arka planında sezgilerle ulaşılabilen bir derinlik var. Sağlam bir kurgusal yapı da buna eşlik ediyor…
Hikayeleri gittikçe kısalıyor mu? Öyle bir tercihim yok. Kendiliğinden böyle oluyor. Lafı gereksiz uzatmak da anlamsız geliyor bana. Yıldırım aniden parlar ama geceyi siliverir o anda.
- Dedem. “İyi palavra atmak yalancılık değil yetenektir,” demişti çocukken bana. Öykücülüğün temeli olduğunu düşünüyorum şimdi.
ROMANI
Ani bir ilişkim var benim edebiyatla. Çok hızlı konuşuyoruz karşılıklı. Sonra koşarak uzaklaşıyoruz birbirimizden. Çok içli dışlı olunca bıkarız birbirimizden belki. Bir de hiçbir şey hayatın önüne geçmesin, istiyorum. Roman için romana teslim olmak fikri hoşuma gitmiyor.
Ahmet Büke, romanında halk edebiyatından, masal ve efsanelerden de yararlanıyor. Anadolu erenlerinin sevgi ve barış içinde bir arada yaşama kültürü, metnin arka planında sürekli kendini duyumsatıyor. (Gökçe’nin Yolu)
ALDIĞI ÖDÜLLER
Motive edici bir tarafını hissetmedim ben. Moda deyişle, bir sorumluluk da hissetmedim. Biraz babama inat olsun diye de ödül istedim galiba. Bir defasında, iyi bir yazar olacağına iyi bir matematikçi olsan daha mutlu olurum, demişti. Onu sinir etmek hoşuma giderdi ama babam ödülleri göremedi. Ama annemin hoşuna gidiyor. Plaketleri çeyizlik fincanlarının olduğu vitrine koyuyor, komşulara, “bizim oğlan yazar oldu” diye gösteriyor.
Bende babamın karamsarlığı, annemin iyimserliği var. Babam okumuş yazmış ama karamsar biriydi. Annemse okumamıştı, ama hayata inancı kuvvetliydi. “Kara gün kararıp kalmaz” derdi hep. Bu söz gençliğinde çok işine yararmış Ahmet Büke’nin.
Babam memleketi iyi bilen biriydi, siyasetle de ilgiliydi. Benim edebiyata çok düşkün olmamın, bir ihtimal yazmaya da düşkün olacağımın sonuçlarını erkenden kavradı. Bana özendiğim hayatın kolay olmadığını gösterdi. Erkek çocukları da babayı aşmakla ya da dinlememekle büyür. O güvenli alanı aşmaya çalıştım biraz.
Babamın kızılası tarafları vardı ama öfke duyulacaksa benim kefem daha ağırdır. Hem baba ile oğul aynı akvaryuma mahkûm tedirgin balıklara benzer. (Freud, dünyanın en önemli üç edebi eseri olarak; Karamazov Kardeşler, Hamlet ve Kral Oidipus’u belirler ve bu üç eserin ortak noktasının, baba katli olduğunun da altını çizer. Kafka’nın durumu zaten malum. Düşününce başka örnekler de geliyor akla… Sizin öykülerinizde de baba önemli bir yer kaplıyor. Ne diyorsunuz bu işe?)
HAYALİ: Şöyle bir hayalim var. Eğer başarabilirsem, dünyanın değişik şehirlerinde belli sürelerle yaşayıp, orada Türkçe öyküler yazmak istiyorum. Sonra gelip kasabamda öleyim.
Yanımda en fazla bir kitap taşımayı öğrendim. Her yerde uyurum, yemek ayırmam, az parayla yaşarım. Ama son günlerimi bu ülkede geçirmek isterim. Ana kokusu, baba izi: bunların çağrısı çok derinde.
Doğduğum kasabada eski bir mezarlık var. Orada “Ahmet Büke” diye yazan bir taş var. Dedemin babası. Ölünce o taşın altına gömülmek istiyorum mesela. Bunu dedemden duyduğumda yani büyük dedemle -eğer istersem- aynı yere gömülebileceğimi öğrendiğimde çok mutlu olmuştum. Aynı genden gelen kemikler, aynı toprakta, aynı selvinin altında, Gördes Çayı’na bakan bir tümsekte yatacak. Tanıdığım rüzgârlar esecek üzerimizden. Bu ne büyük bir şans olur.
Çocuklar için bir denizcilik kitabı (sözlüğü) olan kitabı 2023 yılı haziran ayında çıktı. Adı Şen Denizler (Everest Yayınları).
Deli İbram’ın devamı gelir mi? “Belki daha öncesini yazmak, bir ihtimal. 19’ncu yüzyıl Batı Ege toprak düzenini okuyorum. Öncesi belki gelebilir… Denk gelir mi ama bilmiyorum” diyor Ahmet Büke.
SON SÖZ: Politikayı ve politikleşmeyi dışlayan bir edebiyatı kendime çok yakın bulmuyorum. Bu dünya bu haliyle insanlık için utanç kaynağı. Nereden bakarsanız bakın, böyle bir kaderi kabul etmek doğru değil. Edebiyat insanı ve dünyayı değiştirebilir. Çünkü yüzleşmemizi, anlamamızı, hissetmemizi, utanmamızı, şefkat duymamızı sağlar. Yazar ölür, edebiyat sürer.
- Bu toplumun parçasıyım, bu toplumun devamıyım; bu topluma borcum var. Hatta konuştuğum dile de borcum var. Memleketini en iyi seven vazifesini en iyi yapandır derler. Ben de yazma alanında kendimi vazifeli düşündüm. Bunu da iyi yapmaya çalışıyorum.
Kitaptan alıntılar:
“Şu dünyadaki insanların ya elleri kandadır ya da başkasının cinayetine susmuştur. Bundan kaçış yok.”
“Anasızlık kuyunun dibinden sessiz dünyanın gürültüsünü dinlemekti.”
“Bizim töremizde var mı yunus vurmak? Leyleğe, yunusa el kalkmazdı bizde hani?”
“Hayat hiçbir zaman tekdüze akmaz, kara gün kararıp durmaz.”
KAYNAKLAR
Aykut Ertuğrul (2011). AHMET BÜKE’YLE ÖYKÜ ÜZERİNE SÖYLEŞİ, Hece Öykü, 8(46).
Ertan Örgen (2022). Aylak Okumalar 6, Hece, 26(305), 188.
Firdevs Canbaz Yumuşak (2012). Ahmet Büke’nin öykücülüğünde Son Durak: Cazibe İstasyonu, Hece Öykü, 10(54).
Hülya Soyşekerci (2018). Gökçe’nin Yolu, Varlık, Ekim.
Merve Bağcı (2017). AHMET BÜKE’NİN ROMANI VE ÖYKÜLERİNDE YAPI VE TEMA, Gaziantep Üniversitesi S.B.E. Türk Dili ve Edebiyatı A.B.D. Y.L. Tezi, Gaziantep.
Notos (2022). Ahmet Büke’nin En Çok Etkilendiği Yazar, 91.
https://www.youtube.com/watch?v=G_35qHzK23U FSM Lisesi Ahmet Büke Söyleşisi
Doğuş Sarpkaya (2021) https://www.literaedebiyat.com/post/ahmet-buke-roportaj-dogus-sarpkaya
Gülenay Börekçi https://egoistokur.com/bu-ulkede-hak-etmeyen-insanlar-hep-sizin-onunuzde-olacak/
Gülenay Börekçi https://egoistokur.com/ekmek-ve-zeytinin-yazari-ahmet-buke-iyi-palavra-atmak-yalancilik-degil-yetenektir/
Halil Yeni (2022) https://gazetemanifesto.com/2022/ahmet-buke-sozlu-edebiyat-geleneginden-geliyorum-koklerim-orada-495617/