“Işığa kapı açmak onun yazgısıdır.”

Ressam Rasin (Arsebük)

Melih Cevdet Anday şair, deneme-roman ve oyun yazarı. Hepsinde de çok başarılı eserler vermiş. Hatta Murathan Mungan Melih Cevdet için, “Yaptığı her şeyde mi iyi olur bir insan” diyor. Dünyaca ünlü şair Pablo Neruda diyor ki: “Nazım Hikmet’ten sonra bir başka Türk şairi daha keşfettim, Melih Cevdet Anday… Okuduğum şiirlerinden sonra geceleri gözüme uyku girmedi.”

Oktay Akbal, “Namık Kemal vatan şairidir, Tevfik Fikret özgürlük şairi, Nazım Hikmet memleket ve hasret şairi, Melih Cevdet Anday da şiirin şairi” diyor.

Aziz Nesin, “Türk yazınında kıskanılamayacak bir doruğa yücelmiş” sanatçı dediği Melih Cevdet Anday için şu ifadeleri kullanıyor: “Melih Cevdet Anday (MCA), duygularıyla değil, aklıyla yazan şair. Ama baştan beri öyle mi? Hayır… İlk şiirlerinin kaynağı duyguydu, aklın güdümüne giren duygu… İlk şiirleri de sonrakiler gibi akıl şiirleri olsaydı, Melih’in bugünkü şair ünü olmazdı.”

Memet Fuat ise diyor ki “Çağdaş Türk şiirinin en önemlilerinden biridir Melih Cevdet. Çünkü Türk şiiri uzun yıllar düşünceden çok duyguya ağırlık vererek yazılmıştır. Duygu hem geleneğimizde hem de çağdaş şiirimizin işlenmesinde hep ön planda gelmiştir. Melih Cevdet ise bu anlayışı tam tersine çevirdi. Duygu şiirini, yazar göründüğü döneminde de düşünce ağırlıklı şiiri yazmaktaydı.”

Cevat ÇapanDüşünsel döneme ağırlık verdiği şiirlerinde, bütün yalınlığı içinde bir çeşit felsefenin getirdiği karmaşıklığı da yaşattı. Özellikle zaman kavramı bakımından… Zaman ve ölümsüzlük kavramlarını düşünsel bir yöntemle ele alsa bile, duygusal bir biçimde bize yaşatmış oluyordu” diyor.

Melih Cevdet Anday (1915-2002)

1915 Çanakkale doğumlu (Babası yedek subaylığını Çanakkale’de yaptığı sırada Melih Cevdet doğunca, savaş koşullarının ağırlaşması sebebiyle ailesini İstanbul’a gönderiyor). Asıl ismi Muzaffer Melih. Üç erkek kardeşin en küçüğü. Babası kendi deyimiyle “zengin bir ailenin şımarık oğlu”. Babası imtiyazlı bir aileden gelmesine rağmen, Melih Cevdet ve kardeşleri maddi sıkıntı ile büyümüşler. Başta “Tanrı” gibi gördüğü babasına karşı duyduğu olumlu duyguları, sonradan büyük bir hayal kırıklığına dönüşmüş. “Babamın nasıl biri olduğunu kavrayınca gerçekten yıkıldım.” diyor. Annesi Malatyalı; bedence ve ruhça çok sağlam olan otoriter bir kadın. “Annem olmasa biz üç kardeş ölürdük. Sağlam çıkan annem oldu. Şımarık paşazadeye o katlandı. O yoksullukta bizi o büyüttü” diyor Melih Cevdet. Ancak annesine karşı sevgi ifadeleri kullanmaktan kaçınıyor. Bunun nedeni, annesini mutsuz bir aile ortamının taraflarından biri olarak görmesinden kaynaklanıyor olabilir.

Benim kadar ileriye bakan birini görmek güçtür. Ama annemde de babamda da evlat sevgisi pek yoktu galiba, çünkü evimiz hep çekilmez oldu. Yuva dedikleri şeyi ben bilmiyorum. Onun için ne yaptıysam kendim yaptım. İki kez evlendim, kim bilir ne haksızlıklar ettim. Şu var ki başkaları böyle düşünmezler, kendilerini hiç suçlamazlar. Bense sanırım kendimi fazla suçladım, peki, kimi suçlayayım? Bildiğim bir kişi var, o da benim.”

Melih Cevdet Anday

İlk eşi Sabahat Tertemiz’le Ekim 1945’te evlenir. Sabahat Hanım’ın 1956’da ölmesinden üç yıl sonra Yaşar Gedikoğlu ile evlenir, Yaşar Hanım’la birlikte çeviriler yapar. 25 Ocak 1983 tarihine kadar evli kaldığı Yaşar Hanım’dan İdris (İst. 13.12.1959) adlı çocuğu dünyaya gelir. Yaşar Hanım’dan boşandıktan sonra ise üçüncü ve son eşi Suna (Beğensel) Akkan’la 16 Haziran 1983’te evlenir.

Çocukluk yılları, babasının akrabalarından oluşan geniş bir aile içinde Kadıköy’de geçmiş. Bu geniş aile içinde Anday’ın büyük amcaları olan II. Abdülhamid’in bir dönem özel hekimliğini yapmış Mukim Paşa ve İstanbul Üniversitesinde fizyoloji kürsüsünü kuran Kadri Raşit Paşa gibi tanınmış isimler de var. Ayrıca bu büyük amcaların babası da Osmanlı Devleti’nin ilk eczacı paşası olan Mehmet Raşit Paşa. Bahsedilen amcalar içinde Kadri Raşit Paşa’nın Anday için ayrı bir yeri var. Mehmet Kadri (Kadri Raşit Anday), ailenin soyadını belirlemek de dahil birçok noktada etkin olmuş önemli bir isim. Melih Cevdet Anday soyadının anlamını büyük amcasına sorduğunda amcası, “Fransa’da bir köyün adıdır” demiş. Melih Cevdet yıllar sonra Fransa’da yaşayan ressam dostuna (Rasin) bunu anlatmış. Arkadaşı sonra Melih Cevdet’i arayarak o köyü (Hendaye) bulduğunu söylemiş, “Amcan boşuna bu köyün adını soyadı olarak seçmemiş; burası Fransa’nın İspanya sınırına yakın, şirin mi şirin bir köy” demiş.

Büyük amca Kadri Raşit, Paris’te aldığı tıp eğitiminden sonra yurda dönmüş ve Türk Tıp Tarihi’nde ilk çocuk hastalıkları uzmanı ve bu hastalıklarla ilgili hastanelerin ilk kurucusu olmuş. Edebiyata özel bir ilgisi olan Kadri Raşit Paşa, Melih Cevdet’in edebiyata olan ilgisinin artmasında önemli bir rol oynamış. Melih Cevdet, lise yıllarını geçirdiği Ankara’dan İstanbul’a yaptığı ziyaretlerde büyük amcası Kadri Raşit Paşa’nın Arnavutköy’deki evinde kalmış. Melih Cevdet’in şiirlerini büyük bir ciddiyetle dinlemiş ve yeğeniyle birlikte olduğu saatlerde edebiyat üzerine söyleşiler yapmış, onu Batı edebiyatından önemli eserlerle tanıştırmış; çeşitli bilimsel meseleler üzerine sohbetler etmiş. Bilim üstüne yapılan bu sohbetlerin, Anday’ın 1960 sonrası şiirlerinde kendini gösteren, “aklın” öncelenmesine etkisi olduğu söylenebilir.

İlk ve ortaokulu Kadıköy’de okumuş. Sarı saçlı mavi gözlü olduğu için okulda onu “Sarı” diye çağırıyorlarmış; bazen de “Düşünen Çocuk” diye takılırlarmış. Küçükken Nazım Hikmet’i keşfettiğinde kendini bulmuş gibi olmuş. Okuduğu her Nazım şiirini ezberlemiş. Babası Cevdet Bey, Melih Cevdet’in yazdığı şiirlerle alay etmiş, ona okuması için Ziya Paşa ve Abdülhak Hamit’in şiir kitaplarını örnek gösterirmiş. Babası edebiyat eğitimini yarım bırakmış, ancak Melih Cevdet ortaokulu bitirdiği yıl, oldukça geç bir yaşta hukuk fakültesini bitirerek avukat olmuş. Bu yıl Ankara’ya taşınmışlar ve burada edebiyat hayatının yönünü belirleyecek arkadaşlıkları kuracağı Ankara Lisesi’ne kaydını yaptırmış. O dönemin ozanlarından Halit Fahri Ozansoy, Yahya Saim Ozanoğlu edebiyat; Ahmet Kutsi Tecer de psikoloji derslerine giriyormuş. Ahmet Hamdi Tanpınar da aynı lisede öğretmenleri olmuş; öğrencilere ilginç sorular soruyormuş. Örneğin, bir gün “Gül mü yoksa yapma gül mü daha güzeldir?” diye sorup cevabını beklemeden sınıftan çıkıp gitmiş. Oktay Rifat ve Orhan Veli ise Melih Cevdet’in bir üst sınıfındaymış. Orhan Veli ile yolları tiyatro aracılığı ile kesişmiş, ikisi de okulun tiyatro kulübündeymiş; Oktay Rifat ile “Sesimiz” adlı okul dergisinin toplantısında tanışmış ve üçü birden dergi komitesinde görev almışlar. İlk basılan eseri bu dergide çıkıyor. Bu eser de şiir değil, bir öykü olmuş; adı “Dilenci”. Bu öykü, ilk basılan şiiri “Sarı Siyah”tan da önce. Bu sırada çeşitli taşra dergilerinde şiirleri yayımlanmaya başlamış.

Lise 1934 yılında bitince, önce Ankara Hukuk Fakültesine ardından Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesine yazılmış. Bir yandan da Devlet Demiryollarında memur (1936) olarak çalışmaya başlamış. Ama üniversite eğitimini yarım bırakmış. Devlet Demiryollarının açtığı bursluluk sınavını kazanarak, 1938’de sosyoloji eğitimi almak için Belçika’ya gitmiş ama 1940’da II. Dünya Savaşı ve maddi imkansızlıklar nedeniyle geri dönmüş. 

1936 yılında Varlık Dergisi’nde Ukde isimli şiiri yayımlanmış ve ardından bu dergide Orhan Veli, Oktay Rifat ve kendisinin vezinsiz kafiyesiz ilk şiirleri basılmış. 1940 yılında, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’den Neşriyat Müdürlüğünde çalışmak üzere teklif almış. Klasik eserlerden sorumlu bu müdürlük içinde Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Nabi Nayır, Nurullah Ataç, Vedat Günyol bulunuyormuş. 1941 yılında Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte “Garip” adlı ortak kitabın yayımlanmasıyla Garip Akımı’nın üç ayağından biri olmuş. Vezinsiz, kafiyesiz şiirleri insanlara garip gelirmiş. Bu nedenle şiir kitabının adını “Garip” koymuşlar. Daha çok alaya alınmış şiirleri. Bu nedenle daha çok tanınmışlar. Örneğin, Ankara Hukuk Fakültesinde okurken bir yandan da Devlet Demir Yollarında çalışıyor; ama şiir yazdığını ne olur ne olmaz diye kimseyle paylaşmıyormuş. Orhan Veli, Varlık Dergisi’nde çıkan şiirleri Anday’ın şefine getirip bırakmış. Şiirleri okuyan şef, -üzülmeyin, zamanla ilerlersiniz- demiş. Anday ise yazdıkları şiirlerin acemi algılanmasından rahatsız olup, kendisini ve arkadaşlarını şöyle savunmuş – üç arkadaş şiirde bir yenilik yaptık; fakat çok kötü karşılandı, herkes bizimle alay ediyor.

Hatta Melih Cevdet’in “Bir misafirliğe gitsem / Bana temiz yatak yapsalar / Her şeyi, adımı bile unutup uyusam” şiiri bir mizah dergisinde (Akbaba) şöyle malzeme yapılmış: “Bir misafirliğe gitsem; Bana bir temiz dayak atsalar”. Ama alay onların ününü artırmış. “Alay olmasa belki de bu kadar etkileyemeyecektik.” diyor Melih Cevdet Anday.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, farklı zaman dilimlerinde 2 kere askere çağrılmış ve toplam 4 yıl vatani görevini yapmış (Babasının askerliği I. Dünya Savaşı’na, Melih Cevdet’in askerliği II. Dünya Savaşı’na denk geliyor). Tam evlenmek üzereyken ikinci defa askere çağrılmış. Ankara yerine Balıkesir olarak görev yeri değişmiş. 1945 yılında askerliği bitince eski görevine dönüp evlenmiş. İlk şiir kitabı “Rahatı Kaçan Ağaç” 1946 yılında çıkmış. Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel yerine, başka bir kişi atanmış, birçok kişi işten çıkarılmış. Melih Cevdet Anday önce Konya’ya atanacakken, görevi Ankara kitaplığında tasnif memurluğuna çevrilmiş. İlk oyunu “Yılanlar”ı buradayken kaleme almış.

1948 yılında Garip hareketinden ayrılışının ilk adımı olarak gördüğü “Tohum” şiirini yayımlamış. Bu şiir, Garip Hareketinin alışılagelmiş şiir düşüncelerinden arınmış olan bir şiir. “Garip şiiri çok çabuk amacına erişti, başka bir deyişle, olgun doğdu, yetişkin doğdu. Onu yenilemek gereksizdi. “Tohum” kendi gelişimimi sürdürmemin başlangıcıdır” diyor Anday.

Benim düşüncem şuydu: Kendimizi tekrar etmek tehlikesi ile karşı karşıya idik. O zaman ben “Tohum” şiirini yazdım. Çok taklitçimiz vardı, bu beni rahatsız ediyordu. Şunu ekleyeyim; şiir, sürekli bir arama, araştırma alanıdır. Yoklanmamış ne olanaklar görüyorum önümde. Ömrüm yetse… Bir Latin ozanı şöyle demişti: “Sanat uzun, yaşam kısa!…(Hipokrat)

Anday, arkadaşlarından aldığı tepkiyi şöyle aktarıyor: “Ben Tohum şiiriyle Garip’ten ayrıldım. İki arkadaşımda bir isyan oldu. Oktay Rifat kapıyı kırar gibi açarak ‘Yapma Melih, böyle şiir yazma’ dedi, ‘beraber başladık beraber devam edelim.’ dedi… Meğer önce o değiştirmek istiyormuş şiirini… Orhan Veli de ‘Yapma Melih!’ diye tutturdu”. Halbuki 1945’ten beri Orhan Veli’nin şiirinde gözle görülür bir değişim varmış, Oktay Rifat da bu dönemlerde Garip şiirine mesafeli duruyormuş.

Nazım Hikmet için açılan imza kampanyasına katılmış ve 8 Nisan 1950’de Nazım Hikmet’in başlattığı açlık grevine destek olmak için iki gün sürecek açlık grevine başlamışlar. Aynı yıl 14 Kasım’da Orhan Veli hayatını kaybetmiş. Ankara Kitaplığındaki tasnif memurluğu görevinden istifa ederek İstanbul’a gelmiş. Çeşitli işlerde çalışmış, birçok defa kimi gerekçelerle işten çıkarılmış, işsiz kalmış, kovuşturmalara uğramış. 1954 yılında İstanbul Belediye Konservatuvarında fonetik diksiyon hocalığına başlamış ve emekli olacağı 1977 yılına kadar burada çalışmış. 1959 yılında oğlu İdris doğmuş. Ödemelerini karşılamak için yine sürekli yazılar yazmış. 1964 yılında, 1969’a kadar çalışacağı TRT Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiş. 1979’da Unesco Genel Merkezi’nde kültür müşaviri (danışmanı) olarak Paris’te çalışmaya başlamış. Paris’te olduğu bu esnada, bütün yenilikleri, ilerlemeleri de yazısına yansıtmış.

Yaşamında birçok yabancı dilden (Rusça, İngilizce, Fransızca, Farsça, Arapça, Yunanca) değişik türlerde eserler çevirmiş.

Melih Cevdet Anday Türkçeye birçok sözcük de kazandırmış. Mesela “sözcük, gerekseme, biçem…” Melih Cevdet, bu konu ile ilgili diyor ki: Ben epey yeni sözcük önermişimdir……….dil sorunu ile çok uğraştım, çok okudum. Dilimizin karakteristik yapısını tanımaktı niyetim, merakım. Konservatuardaki öğretmenliğimde bu birikim çok işime yaradı. Ama unutmayın ki beni bu meraka sürükleyen şair oluşumdu. Hangi dille ne yapılabileceğini bilmek zorundaydım.”

1991 yılında TÜYAP tarafından yılın yazarı seçilmiş, birçok başka ödül almış. 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanı verilen Anday, siyaset-sanat ilişkisi hakkındaki fikirleriyle uyuşmaması sebebiyle bu unvanı kabul etmeyerek geri çevirmiş.

Melih Cevdet’in yaşamında üç Cumhuriyet’in önemli bir yerinin olduğu görülmekte: Bunlardan birincisi Anday’ın aydınlanmanın neferi olarak gördüğü Türkiye Cumhuriyeti; İkincisi, yaklaşık kırk yıllık bir süre cuma günleri okurlarıyla buluştuğu Yunus Nadi’nin Cumhuriyet Gazetesi; üçüncüsü ise 80’lerin başlarından doktorların alkolü yasakladıkları 1993 yılına kadar, on yıla yakın bir süre her çarşamba öğleyin, dostlarıyla buluşup rakı içtiği, Mustafa Kemal’i vaktiyle ağırlamanın verdiği şerefe nail olmuş, Balık Pazarı’ndaki Cumhuriyet Meyhanesi.

Ozan her şeyden önce ölmemeye bakmalıdır, çünkü yaş bir gün ona, dünyada yapılacak işlerin en yücesinin şiir olduğunu gösterecektir.” diyen Melih Cevdet Anday, solunum ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi gördüğü hastanede 28 Kasım 2002 günü vefat eder ve ömrünün son yıllarını geçirdiği Büyükada’da bulunan Büyükada Mezarlığı’na defnedilir.

Şiiri

Melih Cevdet Anday şiir yazmak ile ilgili şunları söylüyor: “Ben de gençliğimde her insan gibi şiir yazdım. Her insan gençliğinde şiir yazar, sonra bırakır, unutur. Şiiri devam ettirenlere şair diyorlar.” ‘Şiir gençlikte yazılır’ sözünün tersini kanıtlayan bir şair. Dönemin politik, poetik çalkantılarının haricinde bir şiir onunki. Anakronik, zamansız. Anday için “düşünür şair” nitelendirmesi yapılıyor. Bu, Anday’ın hem şair, hem düşünür olması anlamında değil de şiir yazarak düşünür olduğu anlamında kullanılıyor.

Melih Cevdet’in savı aslında şu: Şiir duyguyla değil, düşünceyle yazılır. Ona göre şiirin felsefe ve matematikle sıkı bir ilişkisi var. Bunu şöyle ifade ediyor: “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir.”; “Şiir en ufak ayrıntısına kadar bir matematiktir. Düpedüz ses matematiğidir.” Ona göre “Her şiir bir dil deneyidir.”

Şiirlerini Nasıl Yazıyor?

Şiir yazarken evinde bile yalnız kalmayı ve kimse tarafından görülmemeyi tercih ediyor; bunu “…imge avcılığına çıkıldığında en ufak bir gürültü bile zihni sarsabilir” şeklinde açıklıyor. Şiir yazarken o kadar yalnız ve kendisiyle baş başa ki “Şiirime gelince bütün yazdıklarımım ben” diyor. “İlk dize Tanrı vergisidir” öngörüsü Melih Cevdet için uygun değil. Onun için aslolan metin, birimlerin ögelerin birliği. Melih Cevdet Anday “Ben şiir çalışmalarım içinde ansiklopedilere bakmayı da bir alışkanlık edinmişimdir. Hayvan adları, çiçek adları kafamda ya birden bire, ya zamanla yeni ufuklar açar” diyor.

İlk dönem şiirlerinde kısa üçlüklerde yaşama sevinci, savaş karşıtlığı ve aşk temalarını işlemiş, “Rahatı Kaçan Ağaç” şiiriyle duygudan düşünceye yöneldiği döneme geçerek dünya sorunlarını ele almış. “Yan Yana” ve “Telgrafhane” şiirleriyle toplumcu şiire yönelmiş, 1963’te kaleme aldığı “Kolları Bağlı Odysseus” ve “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış” şiirleriyle mitolojik unsurları, tarihi evrensel değerleri ve Anadolu’daki eski uygarlıkları eserlerine dahil etmiş. Kolları Bağlı Odysseus’a gelinceye kadar daha çok Türk şiir sanatından etkilenmeler var, ancak Kolları Bağlı Odysseus’tan sonra daha çok batılı kaynakları merkeze almaya başlamış ve mitolojiye yönelmiş.

Şiirlerindeki Dönemler

  1. Şiirlerinin ilk dönemi (Garip dönemi): Geleneksel şiir anlayışına karşı verdiği mücadele dönemi. Bu bir “ortak hareket” dönemi ve daha çok bir “manifesto” çevresinde homojenleşen bir grubun politik çıkışı. Ne söylenmek istendiği açıkça, şiirin de dışında, şiirlere ek açıklamalar yapılarak belirtiliyor. Üretilen şiirlerde başka söylem biçimleriyle ilişkiye girilmiyor. Rahatı Kaçan Ağaç (1946), Telgrafhane (1952) ve Yanyana (1956).
  2. Şiirinin kültürel temellerini araştırma ve oluşturma dönemi: Asıl poetik tartışmalar, ikinci dönem üzerinde yoğunlaşıyor. Çünkü bu dönem, şiirinin sorunsallar yumağına dönüştüğü dönem. Mitolojiyi yeniden yazmaya kalkışmakla bile suçlanıyor. Kolları Bağlı Odysseus (1962), Göçebe Denizin Üstünde (1970), Teknenin Ölümü (1975), Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (1981).
  3. Yalınlaşma ve durulma dönemi: Üçüncü döneminde son derece kristalize olmuş, şiirin kendi dilinden dışarı taşmayan, başka söylem biçimleriyle (mitoloji, felsefe, tarih vb.) açık seçik bir “dil benzerliği” taşımayan şiirler yazıyor. Tanıdık Dünya (1984), Güneşte (1990) ve Yağmurun Altında (1995).

Her şairin mutlaka okunmasını istediği bir şiiri bulunur. Melih Cevdet Anday’ın da okunmasını istediği bir şiiri var: Troya Önünde Atlar’ı okumalarını isterim, diyor.

Romanlarını nasıl yazıyor?

Bir düşünce filiz verir. O düşüncenin ekseninde romanı kurmaya çalışırım. Zihnimde yazarım. Benim için asıl kolay olan masaya geçip yazmak, asıl uzun süreç isteyen zihnimde o romanın hikayesini gezdirmek, şekillendirmek.” Doğan Hızlan Melih Cevdet’in romanlarını okuyacaklar için diyor ki: “…..emek vermeleri gerekecektir tadına varmak için. Bu emeğe de değer…

RAZİYE

Raziye anlamı: Rıza gösteren, boyun eğen; gündüz, gündüze ait olan.
Vedia anlamı: Korunması, saklanması için birine verilen ya da bir yere bırakılan.

Raziye romanı (1975) belki de Türk yazınında yazılmış tek roman, bir çevre ve doğa romanı. Hem soyut hem de somut düzlemde yazılmış. Melih Cevdet’in şairliğini bütünüyle yedirdiği bir roman, şiirsel bir metin Raziye romanı.  İlk cümlesi edebiyat tarihimiz için en güzel ilk cümlelerden biri: “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer.” Raziye aynı zamanda bir aşk romanı; ancak bu aşk tutarsız, nedensiz ve akıl dışı bir aşk.  Akılcılık da eserin ana gücünü oluşturuyor. “Gençlere yapılacak en büyük iyilik, aşktan kurtarmaktır” diyor ama bir yandan da “Hiç kimse anlayarak sevmemiştir” diyor; o zaman aslında anlatıcı Melih Cevdet de anlayarak sevmemiş. Bu da aşk ile gerçeğin çatışması. Anday aşka, felsefeye, ekonomik kalkınmaya, politik gerçeklere, derin derin kafa yormuş. Raziye romanında her tema az veya çok işlenmiş. Ancak aşk çok güçlü bir tema ve Melih Cevdet diyor ki “Aşk bir çabanın sonucu olamaz, başımıza gelir ancak.

Raziye romanı, Anday’ın hem romancılığını hem de dünya görüşünü yansıtması açısından önemli bir yere sahip. Şiirinde irdelediği doğa-insan ilişkisini, romanda yarattığı karakterler üzerinden mercek altına almış. Merkezinde doğa, insan ve aşk var. Romanın esasında resim, müzik ve deniz yer alıyor; adeta sanat, tabiatın içinde

Roman karakterlerinden asıl adı Raziye olan Vedia’nın, çingene bir aileden alınması ile insanın doğadan kopması arasında bir bağ kurulmuş. Aşk ile gerçek çatışıyor; ama burada yenen ve yenilen taraf yok, insan yapısının ikilemlerle var olduğu gerçeği var. “Hayat” kavramı ve aynı zamanda doğallık imgesi, romanda Raziye ile metaforlaşmış. Mitolojinin, mitik düşüncenin izleri bu romanda görülüyor.

Deniz

Deniz, romanda ana unsur; sonsuzluk ve özgürlük kavramlarını çağrıştırıyor. İnsanın denize girmesi; doğaya, ana rahmine bir zamanlar ait olduğu parçalanmamış bir dünyaya dönüş olarak alınmış. Su, potansiyel gücün ve ayrışmamışlığın göstergesi. Romanda da geçtiği gibi, deniz bütün maddeleri içeriyor ve denizin bütünlüklü yapısı her şeyin parçalanmadan önceki halini yansıtıyor. Deniz her şeyin parçası olduğu gibi, Vedia’nın da bir parçası. İnsanın doğadan kopuşu da deniz üzerinden anlatılmış. 

Dayı

Dayı üzerinden topum ve aydın eleştirisi yapılıyor. Dayı tipik Türk aydını, Anday “Akan Zaman Duran Zaman”  eserinde şöyle diyor: “Halkı okutmak istiyoruz da okumuşlarımızın yetersizliğini görmüyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse aydınlarımızın yetersizliğinden bencilliğinden hangimiz yakınmamışızdır.” Aslında Dayı bilimi önceleyen biri, akılcı; ideal insan-toplum düşünü kuruyor. Köyde ideal bir yaşam alanı oluşturmak; içinde yaşadığı toplumu dönüştürmek istiyor. Ama halkı tanımıyor. Aslında ne köylü Dayı’yı tanıyor ne de dayı köylüyü. Anday, Dayı üzerinden ülkedeki aydın tipinin gelişimini tamamlayamadığını gösteriyor. Açıkça belirtilmese de Dayı’nın yaptıkları üzerinden Köy Enstitüsü çağrışımı hissediliyor. Onun dünyasına ne köylü ne de Raziye girebiliyor. “Kendini aşmaya boş verip halkı yüceltmekle var olabileceğini sanan aydına ‘aydın’ denmiyor Dayı .”diyor romanda. Raziye’yi de aslından uzaklaştırarak onun için de idealize bir yaşam tasarlıyor. Raziye’ye zorla dinletilen müzikler, verilen dersler, eğitimler Dayı’nın kendini ve halkını tanımadığının kanıtı gibi.

Melih Cevdet Raziye’deki Dayı karakterini Halikarnas Balıkçısı’na (Cevat Şakir) benzetenlerin olduğunu ama onun Sakallı Celal’e daha yakın olduğunu söylüyor. Sakallı Celal (Celal Yalınız), bir paşanın oğlu, Galatasaray mezunu, açık sözlü, aykırı, futbolu Üsküp’e sevdiren kişi ve Nazım’ın hocası…. 1886 İstanbul doğumlu. Aslında yazılı bir eseri yok ama arkasında her biri birer eser olan insanlar bırakmış. Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner ve Ali Sami Yen,  yakın arkadaşları; Melih Cevdet ve Orhan Veli de çevresindeki kişilerden… Öğretmenliğinde, felsefe alanında, Milli Mücadele yıllarında verdiği emeklerle döneminin sevilen ama anlaşılamayan bir düşünürü olmuş…

Romanda Dayı üzerinden Türk modernleşmesi eleştirisi yapılmakta. Dayı, modern devleti temsil edecek şekilde konumlandırılmış. Dayı’nın evi, onun ideallerinin gerçekleşip gerçekleşmeme durumuna göre yapılacak veya toplanacak şekilde tasarlanmış. Temeli yok, dört direk üzerine yapılanmış. Dayı’nın bu acayip evinde (adı Uyanış Konağı), her sabah bayrak çekiliyor (Canlı Bayrak), Beethoven’ın Türk Marşı çalıyor ve sabah jimnastiği yapılıyor. Güne belli bir düzen, disiplin içinde başlanıp devam ediliyor.

Okaliptüs Ağacı

Köyde okaliptüs ağaçlarının olması metaforik bir anlam içeriyor. Bu ağaç aslında Avustralya bitki örtüsünde görülen, bataklıkları kurutmak amacıyla dikilen bir ağaç. Dayı da köyde yaşayanların kör inanışlarını, uyuşukluklarını, devinimden uzak oluşlarını kurutarak, bunların yerine akıl ve uygarlığı koymayı arzuluyor. Kitapta, “Dayım da bütün o canlılığı, soluması, sıçrayışları, sağ elini yukarı kaldırması ile gereksiz bir devinim oluşturuyordu sanki. Oysa Hacı uyumak istiyordu. (s.51)”  sözü geçiyor.

Yeğen

Dayı’nın ideali, yeğen için düş. Yeğene göre, Dayı köylülerin düşüncelerini yok sayıp onlara tepeden bakıyor. Köylüler dayının istediklerini gerçekleştirmek için isteksiz. Yeğen, yapılan işlerin Dayı gibi zorunlu değil, gönüllülük esasına göre gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyor. Dayı bağnazlığa karşı akıl ve bilimi savunuyor, köylüler ise günlük işlerini Ermiş Yusuf’un rüyalarına göre ayarlıyor. Yeğen, Dayı’yı halkı anlamamakla ve bencillikle eleştiriyor. Yeğen diyor ki: “belli koşullar içinde bulunan bir toplumun yalnızca bir parçası, bir köşesi o koşullardan bağımsız olarak düzeltilemez (s.182).” Yeğen, dayısı için “paşazade, zengin çocuğu” ifadelerini kullanıyor. Melih Cevdet, babası ve Dayı’yı bir tutmuyor ama bunlar Melih Cevdet’in kendi babası için kullandığı ifadelerle aynı.

Köylüler

Köylüler ve Vedia ise modernizme direnen halkı temsil ediyor. Romanda asıl eleştirilen grup köylüler. Maruz kaldıkları Dayı’nın dayatmacı uygulamalarına, olumlu veya olumsuz hiçbir şeye tepki göstermiyorlar. Dayı’ya karşı tepki geliştirenler yalnızca köyün delisi Ermiş Yusuf ve üvey kızı Vedia

Vedia / Raziye

Dayı ona uygar, soylu vurgusu yapıyor. Yeğen ise onu ilkel, saf, yalın buluyor. Raziye’nin doğal ortamında yetişmesine izin verilmemiş. Belki bu nedenle etrafında olan bitene ilgisiz; olan olayların bir parçası gibi davranmıyor; sorulan sorulara soruyla karşılık veriyor; bulunduğu çevre ile bir bağ kurmamış. Kendini ait hissettiği bir alan oluşturmaya; geçmişte-gelecekte değil, şimdide kökünü aramaya çalışıyor. Dayı’nın yaptığı baskıya dayanamayıp, ait olduğunu düşündüğü yere, özüne dönüyor. Vedia’nın üvey babasını terk etmesi, ona dayatılan tüm eğitime ve çağdaş kültüre rağmen kendisini ait olarak gördüğü kökenlerine dönme içgüdüsünün göstergesi. Sonunda, Raziye’nin içgüdüsel doğası galip geliyor.

Gerçek olan tek şey büyük insanlık ve bu büyük insanlık, Doğu’da da Batı’da da aynı; değişmez. Buna göre, halkın başlıca düşmanı halkın değişimine, aklın aydınlık öncülüğünde değişimine karşı çıkan dogmatik, saplantılı düşünenler. Melih Cevdet bu anlamda, Anadolu Hümanizmi olarak tanımlanan “Halikarnas Balıkçısı (1890-1973) merkezli düşünce hareketini, Raziye ile romana taşımış.

Orhan Koçak, Yalçın Armağan gibi eleştirmenler Raziye romanında şiir ve poetikası arasında bağlantı kuruyor. Şiirlerindeki zaman probleminin bir yönünü bu roman üzerinden geçmişsiz, geleceksiz, belleksiz bir figür olarak bu roman karakteri -Raziye- üzerinden yorumluyorlar. Melih Cevdet gibi şairlerin, şairliklerinden gelme düşünce, estetik, duyarlılık faktörleri, yazdıkları diğer türlerde de bulunuyor.

Melih Cevdet Anday, Raziye romanı ile yapmak istediklerini şöyle aktarmış (11 Mayıs 1975):

Bu romanda birtakım kişileri fon olarak tutmayı, birtakımını bu fonun üstüne koyarak bir karşıtlık elde etmeyi düşündüm. Ve böylece okurda, kahramanlarımın ruhları ve tutumları bakımından eleştirel bir tepki uyandırmak istedim. Kişilerimin kendi başlarına yapmaları gereken özeleştiridir bu” …. “Bu romanda….. köy fonunun, kişilerimin kendilerini tartmasına iyi bir vesile olacağını düşündüm. Bu vesile, belli başlı kişilerimden ancak biri için gerçekleşir gibi oldu. Öteki başlıca kişi ise, nereye giderse gitsin, kendisini de birlikte götüren tiplerdendir. Onun açısından bakarsak, köy-kent ayrımı diye bir şey yok ortada. Yalnızca kişi var.”

Sonuç

Melih Cevdet, ne Dayı’nın tarafını tutuyor ne de Yeğen’in. Romanda Dayı ideallerini gerçekleştiremiyor; çünkü kendini halktan üstün gören, soyluluk peşinde olan birinin eylemleri köklü olamaz. Asıl olan bireyin duyarlı duruma getirileceği, yeniliğin baskılanmayacağı bir yapı.

Mahir Ünsal Eriş çok sevdiği bu roman için diyor ki: “Çünkü Raziye, bir aşkı anlatmanın o en kadife halini gördüğüm kitaptır.  Başı kavak yelleriyle hülyalı bir kentlinin, kentinde değil de toprağında bulduğu aşka maşuk oluşunun en güzel, kalbe en dokunan, bunu yaparken de aklı tokatlamaktan geri durmayan ifadesidir Raziye.  Gördüğüm en güzel başlayan romanlardan biridir, “Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer,” diye başlar. Melih Cevdet’in o şair ruhunun insanlığa armağan ettiği müthiş romanıdır Raziye.

Oğlu İdris (Anday)

Oğlu 1959 doğumlu. Melih Cevdet, aşağıdaki şiiri oğluna Mayıs 1980’de yazmış. 1976 sonu-1977 başına denk gelen zamanda yazdığı notlarda, oğlu için şöyle diyor: “İdris beni hep mutlu etti, ne kadar doğru, akıllı ve ölçülü bir çocuk. Biraz önce yandaki odada (kendi odasında) plak çaldı ve Latince çalıştı.” 1988’de ise oğlu İdris ile ne kadar iyi dost olduğundan bahsediyor ve ekliyor: “Torino ekonomi fakültesini bitirdi, şimdi doktorasını hazırlıyor. Beraber olduğu İtalyan kızı ile yazları buraya geliyor. Akıllı, uygar, olgun kişiliği ile anlatılmaz bir mutluluk veriyor bana. Yepyeni bir insan sanki, ona bakarken, çocukluğumu düşünüyorum.”

OĞLUM İDRİS’E UZAKTAN ŞİİR

Ölüm bendeyse yaşıyorum, 
Senin otun öylesi taze,  
Senin atın öylesi huysuz,  
Senin ayakların öylesi tanrı.  

Doğduğunda gülümsemiştin,
O gün bugün gökyüzümdür, 
Yıldız konacak şaşıran dal,  
Aya bakarken susan bahçe.

Melih Cevdet Anday

Atlar ve Melih Cevdet için Önemi

Melih Cevdet, kendisi de II. Dünya Savaşı’nda askerken, çok sevdiği abisi Yüzbaşı Nejat Anday’ın görevli olduğu Refah Vapuru’ndan haber alabilmek için, görevli olduğu Kepez’den Çanakkale’ye 6 saat at sırtında gitmiş, tüm gün haber beklemiş. Akşam olduğunda umut kalmayınca geri yola koyulmuş, ağlamaya başlamış. O sırada atı durmuş, sanki üzüntüsünü anlamış. Başını çevirip Melih Cevdet’e bakmış, atın da gözleri yaşlıymış. Yazdığı Rüya şiiri de bu olayı anlatıyor (Orhan Veli’nin okunmasını önerdiği 3 Melih Cevdet şiirinden biri): “Bir rüya gördüm gündüz uykusunda / İncecikten bir kar yağıyordu. / Sabahat’im hasta yatağında yatıyordu. / İncecikten bir kar yağıyordu. / Bahriyeli ağabeyimi düşünüp / Erzincan’da annem ağlıyordu. / Kar yağıyordu…”

Yaşadığı bu olaydan sonra, atlara hep büyük bir yakınlık hissetmiş… Melih Cevdet toprağa verilirken de nereden geldiği belli olmayan üç at mezarlığa girmiş. Kalabalığı selamlarcasına dörtnala kalkmışlar, bir yay çizip gözden kaybolmuşlar. Orada bu olaya şahit olanlar, şairin “Troya Önünde Atlar” şiirini hatırlamışlar.

Troya Önünde Atlar “ şiiri, Melih Cevdet’in mutlaka okunmasını istediği şiiri:  Troya Önünde Atlar’ı okumalarını isterim, diyor Melih Cevdet.  Köroğlu’nun Kırat’ı, Troya’nın sonuna yol açan Tahta At, Hz. Ali’nin Düldül’ü, Büyük İskender’in Bukhepalus’u, El Cid’in Babeica’sı ve Don Kişot’un Rocinante’si… Tahta At bir tarafa bırakılırsa, Anday, Homeros sonrası epik anlatı kahramanlarını ve onların sahipleri kadar meşhur atlarını sıralamış.

“Troya Önünde Atlar”da Paris mitosunu yeniden yorumladığını belirtiyor Anday. Troya kralı Priamos’un karısı Hekabe, hamileyken korkulu bir düş görmüş; düşü yorumlayan kâhinler de doğacak çocuğun kente felaket getireceğini söylemişler. Bu kehanet üzerine Priamos doğan çocuğu İda Dağı’na attırmış. Anday, bu mitte kendisine çelişkili gelen durumu şöyle belirtiyor: Tanrılar istemlerini birtakım belirtilerle (bu arada düşlerle) duyuruyorlardı, konumuzda Tanrı sözcüsü kâhinin yorumuna inanılması, gerçekte tanrıların yargısına inanıldığını gösterdiği halde, nasıl oluyordu da ölümlü Priamos’un alacağı koruma tedbiri ile bu yazgıdan sıyrılınılabileceğine güveniliyordu? Tanrının saltık istemine inanç, savaşım yolu ile bu istemin alt edilebileceği görüşü ile bir arada bulunabilir miydi?”

“Paris mitosunu, zaman ve yazgı bağlamında yeniden yorumlamış. Mitoslarda geleceğe dair tanrıların gönderdiği işaretlerin mutlaka gerçekleşeceği iletisi var. Melih Cevdet Anday, ölüme yazgılı olmakla birlikte insanın tanrıların istemlerine direnerek özgürleştiğini, mitsel zamandan modern zamana “falını yakarak” geçtiğini ileri sürmüş.”

Melih Cevdet Anday’ın Önerdiği Kitaplar Listesi

Melih Cevdet’in bir gazete yazısında öyle kitaplar olsun ki “Bir hazine gibi kalsın gelecek günlere” diyerek adlarını ve bu kitapları seçmesinin nedenlerini sıraladığı bir yazı yazmış. Bu yazıdaki kitapları bir liste haline getirdim. Kitapla ilgili yaptığı açıklamaları da yanlarına yazdım. Aslında çok sevdiği ama listeye dahil edemediği kitaplar da olmuş. “Ne yapalım,  sandığımız ufak, bütün sevdiğimiz kitapları sokuşturamayız içine.” diyor yazıda. ‘Olmazsa olmazlar’ diye düşünerek şu isimleri vermiş: 

  1. Gılgamış Destanı (Gerçek adı, Sha Nagba İmuru’dur. ‘Her şeyi görmüş olan’ anlamına gelir. Destan  Sumerler’den Babilliler’e, Akadlar’a  geçmişti. Etkisi büyük olmuş bir yapıttır.)
  2. Odysseia  – Homeros (İlyada mı, Odysseia mı diye oldukça ikircikli kaldım; ama Troya kentinin yıkılışı Odysseia’da anlatılır diye düşünerek onu yeğledim.)
  3. Sokrates’in Savunması –Platon 
  4. Kral Oidipus – Sofokles (Sofokles’in  bu  yapıtını  öteki  tragedyalardan daha  çok  sevdiğim  için  mi  alıyorum? Hayır, en öğretici ve en çekici olduğu için. Dünyanın en şanslı yapıtlarından biridir.)
  5. Kutsal Kitap ve 
  6. Kuran (Tek- tanrılı dinlerin üç kitabı, insanlığı büyük etkisi altında tutan kitaplardır bugün de)
  7. Decameron – Boccaccio (Boccaccio’nun Decameron’unu da alacağız elbet. Bu kitabın iki önemi var: Birincisi ilk kez bir ulusal dilde yazılmış olması. Artık yeni çağa giriyoruz. İkinci önemi sevi konusunda ortaya çıkıyor.)
  8. Prens – Machivelli (Dünyada en tartışılmış ve tartışılmakta olan kitaplardan biridir bu. Machivelli, politikayı ahlaktan ayıran ilk düşünürdür.)
  9. Denemeler – Montaigne (Bu büyük düşünürün Denemeler’i olmadan hiçbir kitaplık tam sayılmaz.)
  10. Utopia – Thomas More (“U”  Yunanca “yok” demektir, “topia” da “yer”;  ikisi birden  “yok  ülke”  anlamına  geliyor.  Thomas More,  düşsel bir ülkede düşündüğü mutlu toplumu kuruyor.)
  11. Deliliğe Övgü – Erasmus (Erasmus’un bu başyapıtı yüzyıllardır elden düşmez. İnsan onu okumağa doymaz.)
  12. Fırtına – Shakespeare (Bu yapıt,  ustanın son yapıtı sayılır. Ondan sonra on yıl,  demek ölünceye  dek bir şey yazmamış.)
  13. Don  Kişot – Cervantes (Dönüp dönüp okuyacağız o kitabı.)
  14. Candide – Voltaire (Kötülükler dünyasını başka türlü tanımağa olanak var mı?)
  15. Manifest – Marx ;  
  16. Kapital Özeti –   Carlo Cafiero (Marx)
  17. Cemiyetin Asılları – Engels  (Gerçi ilkel toplum konusunda o günden  bugüne çok  önemli  gelişmeler oldu, ama bu kitabın dayandığı  incelemeler tazeliğini korumaktadır.)
  18. Ludwig Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu – Engels
  19. Kitle Psikolojisi ve Psikanalizi Üzerine – Freud
  20. Savaş  ve Barış – Tolstoy 
  21. Suç ve Ceza – Dostoyevski
  22. Hikayeler – Çehov 
  23. Şato –  Kafka
  24. Altın Dal – Frazer (Atalarımızın yaşam biçimini, inançlarını, sağ töresini, başka hangi kitaptan bunca ayrıntılı öğrenebiliriz ki!)

2 thoughts on “Raziye – Melih Cevdet Anday

  1. Sibel hanim oturumda sizi ilgiyle dinlemistim. Simdi yazinizi da okudum. Kitabı okudugumda cok sevmemistim. Oysa buyuk merakla okumustum. Yazinizdan sonra kitabin ve yazarin gizemlerine vakif oldum. Kitaba dönüp tekrar gozden gecirecegim. Emeginize saglik. Tesekkurler bir kez daha. Sevgiler
    Handan Tufekcioglu

    1. Handan Hanım, çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum yorumunuza ve yazımın faydalı olmasına. Sevgilerimle…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir