Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi (Deliler Evi – 2009); sarmal öykülerden oluşuyor. İç içe geçmiş birçok hikayenin, birçok kişi ve nesnenin hikayesi. Hikaye, hikaye içinde. Romanda olayların merkezinde sırtını denize dönmüş bir hastane var. Bu labirent şeklindeki akıl hastanesi, bir nevi ülkenin tarihini simgeliyor. Ülkeye ve tarihin birçok noktasına işaret ediyor. Türkiye’nin modernleşme tarihinin anlatımı, modernleşme hesaplaşması olarak düşünülebilir. Ayrıca kitapta olaylar tek bir günde geçiyor: 14 Şubat 2007.
Neredeyse her paragrafta olaya yeni bir karakter ekleniyor. Hastanenin tarihinde olan ya da hastane ile uzak yakın bağlantısı bulunan kişiler kitapta yer alıyor. Ayfer Tunç’un, romanın bir sesi olsaydı “gürültü ve kakafoni” olurdu diye ifade ettiği tek bölümlük romanda, bir ana karakter yok. Birçok kişinin hikâyesi derinleştirilmeden anlatılmış. Gerçek hayatta karşılığı olan karakterleri ekleyince, romanda 378 adet karakter; bunları çıkarınca 289 karakter kalıyor. Romanda çok kişi olmasına rağmen normal hikayesi anlatılan kişi sayısı 150 civarında. Düşündüğü sona ilerlemesi için bu karakterlerden 50 kadarını Ayfer Tunç öncesinde planlamış. Ama kitabı yazarken yol arkadaşlarına ihtiyaç duyunca, onların hikayeleriyle birlikte karakter sayısı bu kadar artmış. Bu hikayelerle bir antolojik roman oluşturup bunlarla da Türkiye tarihine uzanmış.
Romanda insanların kişisel tarihlerine dayalı hikayelerle kendine yeni bir hikâye uydurma durumu oluşmuş. Böylece toplumsal hafızanın silinip yerine yeni tarihin inşa edilmesi süreci ve bununla ülkenin tarihine giden yol, bir tutulmuş. Bireysel tarih, toplumsal tarihle birleşmiş. Ayfer Tunç’un her kitabında yapmaya çalıştığı aslında bir “toplum panoraması” çıkarmakmış. Bunu en geniş haliyle yaptığı romanı da Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi. Ayfer Tunç bunu şöyle açıklıyor: “Asıl derdim bu küçük hikâyelerden bir Türkiye panoraması çıkarmaktı, her bir kişi o puzzle’ın küçük parçasını oluşturuyordu.” Yani küçük hikayelerden bir Türkiye portresi çıkarmayı düşünmüş. Ayfer Tunç diyor ki “Bu ülkede, birbirimize değerek yaşıyoruz. Öte yandan değdiğimizin, birbirimizin geçmişinde yer aldığımızın farkında bile değiliz.”…. “İnsan….. yaşadığı topluma bulunduğu yerden bakar. Herkesin baktığı yerden görünen manzara bambaşkadır.”
Romanın ortaya çıkışı
Ayfer Tunç, Murat Gülsoy ve Yekta Kopan’ın beraber yaptıkları bir radyo programında, Feyyaz Kayacan’ın “Bir Deli Değilin Defterleri” adlı günlük şeklindeki kitabını konuşuyorlar ve sonrasında üçünün de bu kitaptan yola çıkarak bir öykü yazması üzerine anlaşıyorlar. Ayfer Tunç, sevdiği yazar Feyyaz Kayacan’ın çok etkileyici bulduğu kitabı sonrasında, bir akıl hastanesinin hikayesini yazmak istiyor. Ama yazmaya başladıktan sonra, onlarca karakterin ilişki ağını kurmak için birçok defter tutmak zorunda kalıyor ve sonunda roman bir Türkiye romanı halini alıyor. Olay 2-3 saatte geçse de okuyucu 100 senelik bir Türkiye tarihini okuyor. Ama bu anlatılanlar aynı zamanda evrensel değer de taşıyor. Oğuz Atay’ın tamamlayamadığı “Türkiye’nin Ruhu” kitabındaki düşüncenin tamamlayıcı fikri gibi.
Ayfer Tunç’un bu romanına model olarak yakın olabileceğini söylediği roman, Georges Perec’in Yaşam Kullanma Kılavuzu. “Onda da yığınla hikâyenin oluşturduğu ilginç bir bütün var” diyor Ayfer Tunç. Romanın Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabı ile de akraba olduğu söylenebilir. Ayrıca, bu romanın mayasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Acıbadem’deki Köşk hikâyesinin (amcanın garip icatlarının) ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün garip enstitü binasının olduğunu da söylüyor Ayfer Tunç. Tüm hikayelerdeki binalar tuhaf.
Delilik kavramı
Ayfer Tunç, delilikle çok yakından ilgilenen bir insan olduğunu söylüyor. Psikolojiye, psikiyatriye ilgisi çokmuş, hatta tekrar dünyaya gelecek olsa psikiyatrist olmak istermiş. Kitaplığında edebiyattan sonra en çok yer alan kitaplar psikoloji kitaplarıymış. Çünkü “deli olma hali” ve sanrının nasıl oluştuğu, normalin dışına çıkma gibi konulara karşı ilgi duyuyormuş. Doğduğu Adapazarı’nda çok deli olduğunu, Osmanlı’dan kalan gelenekle delilere sevecenlikle yaklaşıldığını, mecnun olarak görüldüklerini söylüyor.
Yalan yanlış ifadesi
Kitabın isminde bulunan “yalan yanlış” ifadesi de boşuna seçilmemiş. Haldun Taner de kurduğu tiyatroya Devekuşu Kabare adını vermiş. Bu da rastgele seçilmiş bir isim değil. Nasıl devekuşları bir tehlike durumunda kafalarını kuma gömerler ve kendileri görmedikleri müddetçe bir sorun yoktur; Haldun Taner de insanın gerçekler karşısında takındığı tavra dikkat çekmek istemiş. Ayfer Tunç’un kullandığı yalan yanlış da bu türden bir bilgiyi sezdirmek amacıyla kullanılmış gibi. Ayfer Tunç bu romanı “etkisiz tanık olma durumuna bir tür tepki” olarak yazdığını söylüyor.
“Yalan yanlış derken bir tutarsızlıklar silsilesini, su katılmamış bir doğrunun olmadığı fikrini kastediyorum. İnsan olmaktan doğan iyicil birikimimiz aklın yönetiminde olduğu zaman, bize doğrunun ne olması gerektiğini en saf haliyle sunar. Ama akıl tutulmuşsa, bu birikim işlemez hale gelir.”
Ayfer Tunç.
Romandaki Karakterler
Romanda bir baş karakter yok. Ayfer Tunç, roman boyunca farklı kişileri merkeze almış ve romanı yazarken, kurgusal karakterlere olabildiğince eşit mesafede olmaya çalışmış. Kitap, karakterleri okudukça, hastanede yatanlardan ziyade dışarıda olanları da sorgulatıyor; deli olmanın veya “deli değil” olmanın göreli olduğuna dikkat çekiliyor. Hastaların mı yoksa çalışanların mı deli oldukları, kime-neye göre deli ya da akıllı oldukları bu anlamda düşündürücü. (“Zaten akıllı delinin karşıtı değildi” s.173). Kitapta akıl hastanesinde yatanlarla onları tedavi etmekle yükümlü doktorların arasında da ruh sağlığı bakımından hiçbir fark yok. Hastaneye akıl ve ruh sağlığı hastanesi değil de “Deliler Evi” demesinin nedeni, belki de buraya hastalar kadar hastane çalışanlarını da dahil etmesi. Ayfer Tunç’un anlatmak istediği: Her insan hem deli hem akıllı, hem zalim hem mağdur, hem suçlu hem suçsuz olabilir.
Erdem Bey
Neredeyse annesi yaşındaki Bedia Hanım ile evlenerek -bir nevi Oidipus olarak- babasını tamamen siliyor.
Emine (Üç Etekli Deli Emine)
Ayfer Tunç otobiyografik unsurlar kullanmayı pek tercih etmese de Emine karakterini, üniversite yıllarında kaldığı yurdun müdiresinden esinlenerek yazmış.
Barış Bakış
Kitaptaki en göze çarpan karakterlerden biri ve kitapta önemli bir yeri var, onun etrafında dönen önemli olaylar bulunuyor. Ama raporlu olmasına rağmen, kitapta akıllı yerine konabilecek kişilerden biri de o; ne tam akıllı ne tam deli. Devamlı okuduğu “Bir Deli Değilin Defterleri” gibi hastane günlükleri tutuyor. Barış Bakış aslında hem yazar hem okur, hem hayal hem gerçek.
Başhekim Demir Demir
Hastanenin tarihini yazmak isteyen yazar adayı. Ancak bunu bir türlü yerine getiremiyor, hastanenin gerçek tarihi bir türlü yazılamıyor.
Hastanenin tarihini yazmadaki olumsuzluk gibi, Türkiye tarihinin de önemli parçalarından sayılabilecek eserler yok oluyor: Tozlu rafta unutulan Kalemkâri Köse Kasım Paşa’nın önemli bir hattata yaptırdığı “Tezhipli El Yazması Kuran”; nihale olarak kullanılan ve ortadan ikiye ayrılan “Meryem Ana ve Bebek İsa İkonası”; inşaat molozu altında kaybolan “Karlı Bir Günde Saat Kulesi ve Şehir” fotoğrafı. Kimse değerlerinin farkına varıp da korumuyor ve Türkiye tarihinin parçası önemli eserler, bir daha bulunamayacak şekilde yok oluyor.
Türkan Hanım
Bir türlü tarihi yazılamayan hastane yanında, romanda ayakları yere sağlam basan az sayıda karakterin en başında gelen Türkan Hanım, Samsun’un hatta Türkiye’nin canlı bir tarihi olarak hem geçmişi beraberinde taşımakta hem de geleceğe, yeniliklere, kültüre, gelişmeye açık olarak etrafını aydınlatmakta.
Okur
Diğer bir karakter de aslında okur olabilir. Okur bu yazılanlarla kendi hayatını da görebilir, çünkü kitapta yok yok. Delilik üzerine bir kitap okuyan Barış Bakış üzerinden aslında okur da Ayfer Tunç’un kitabını okuyarak bir nevi kendi deliliğinin sınırlarını test ediyor.
Hastane
Ayfer Tunç, aslında romanda “hastanenin kendisini bir karakter olarak yazmayı” hedeflemiş. Tuhaf şekilde denize bakan tarafında hiç pencere olmayan –romandaki kurgu– hastane, Samsun’da yer alan bir hastane. Gerçek hayatta Samsun’da bulunan Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin de tarihi oldukça eski. II. Abdülhamit’in padişah olduğu dönemde (1902), önce Canik Hamidiye Hastanesi olarak inşa edilmiş; sonra ruh ve sinir hastalıkları hastanesi olarak hizmet vermiş. 122 yıllık bir hastane ve bu hastanede de 2007 yılında büyük bir yangın yaşanmış, 2018 yılında yeni binasına taşınmış.
Roman da “Kara Çarşamba” denen bir günde (14 Şubat), tıpkı bu yangın gibi bir yangın felaketi ile sonlanıyor. Bu Kara Çarşamba vurgusu, akıllarda Kara Çarşamba olarak kalan 2001 Türkiye Ekonomik Krizine de gönderme bir açıdan; ayrıca bu kriz de Şubat ayında yaşanmıştı.
Ayfer Tunç bu romanı yazmaya karar verdiğinde Türkiye’deki akıl hastanelerini genel olarak araştırmış. Samsun Akıl Hastanesine baktığında, hastanenin tarihi üç satırdan ibaretmiş, “Ama bu topraklarda bir zamanlar farklı din ve milletlerden insanların nasıl yan yana yaşadıklarını bütün açıklığıyla gösteriyordu. Buna bir de Karadeniz insanının fıkralara konu olan akılla ilişkisi eklenince, aradığım yeri bulmuş oldum. Sözünü ettiğim hastaneyi gidip görmedim, çünkü kurgusal bir mekân tasarlıyordum, gerçekte nasıl işlediği veya ne gibi bir serüvenden geçtiği beni ilgilendirmiyordu. O tarih bana yetti.” diyor. Tarihinden etkilendiği hastane Karadeniz’de değil, başka yerde olsaymış da yine de kurgu hastaneyi Karadeniz’de tasarlayacakmış.
Deniz özgürlük olarak kabul edilirse, romandaki kurgu hastane denize sırtını dönerek aslında özgürlüğe de sırtını dönmüş oluyor. Barış Bakış ise roman boyunca sürekli, “Türkler neden denize sırtını döner?” diye soruyor. Aslında sonsuzluk ve derinliğe sırtını dönmek, insanın sınırlandırılmışlığını, kıstırılmışlığını ve derinliksizliğini gösteriyor. Ayrıca Ayfer Tunç, üç tarafı denizle çevrili ülkenin insanlarının denizle olan zayıf bağlarının ironisini de yapıyor.
Hastane Kurucularından romanda yer alanlar ile gerçek hayatta yaşamış karakterler arasında da isim benzerliği var. Örneğin:
- Mutasarrıf Hamdi Simavi Bey: Romanda Mutasarrıf Hüsnü Simavi Bey
- Yelkencizade Hüseyin Bey: Romanda Yelkencizade Rahmi Bey
- Arzuoğlu Totoraki Bey: Romanda Ardıçoğlu Totodaki Bey
- Nemlizade Hamdi Bey: Romanda Nemlizade Hayati Bey
- Op. Dr. Latour (Fransa’dan getirtilen doktor): Romanda Alain Latour (Fransa’dan getirtilen ilk başhekim)
Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi romanı İngilizce, Bulgarca, Hırvatça ve Macarcaya çevrilmiş. 2020 yılında yapılan İngilizce çevirisiyle, 2021 yılında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası Edebiyat Ödülü (EBRD Literature Prize) uzun listesine girmiş. Bu ödül, İngilizceye çevrilmiş ve Birleşik Krallık’taki bir yayıncı tarafından yayımlanmış eserler arasından en iyi edebi kurguya sahip kitaba verilen bir ödül.
Ayfer Tunç (D. 1964)
Ayfer Tunç, Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi’ni yazarken kökleri ile ilgili bir keşif yaşamış… Annesinin annesi (anneannesi) Karadeniz’in doğu kıyısında Sohum’da, annesinin babası Rize’de, annesi Adapazarı’nda doğmuş. Karadeniz’in doğusundan batısına doğru gelmişler. Buna karşılık babaannesi, dedesi ve babası Bulgaristan’da Varna’da doğmuş, Adapazarı’na gelmişler. Böylece doğudan batıya tam Karadenizli olduğunu bu kitabı yazarken keşfetmiş. “Köklerim bende yara değil, hiç olmadı. Ama yaş aldıkça merak haline geldi.” diyor Ayfer Tunç.
1964 yılında Adapazarı’nda dünyaya gelmiş. Mardin’de üç buçuk yaşında yitirdiği öğretmen babası Bedri Tunç ve Yıldız Tunç’un ortanca kızı. Yaşadığı bu kayıp, bir unutma halini ya da kendi deyişiyle seçici bir hafızayı da beraberinde getirmiş. Adapazarı’na annesi ve kız kardeşleri ile geri dönüp anneannesinin evine taşınıyorlar. Beş dayı, bir teyze, çoğu erkek olan kuzenlerin olduğu, birbirine bağlı bir ailede büyüyor. Ablası İzmit’te öğretmen olduğu için ilkokulu orada tamamlıyor, aile apartmanları yapılınca ortaokulu Adapazarı’nda okuyor. Adapazarı’nda aile apartmanında 18 dairenin 12-16 kadarında aile üyelerinin olduğu bir evde oturuyorlar. Karasu’da yazlıklarında bile sıra sıra evlerden bir sırası akrabalarına ait evlerden oluşurmuş. Masalar birleştirilip uzun masalarda yemekler yenirmiş. Bu kalabalık içinde yalnız kalmak istermiş. Yalnız kalmanın yolunu da edebiyatta bulmuş; okumak ve yazmakta. Özellikle dayılar, teyze, annesinin kuzenleri şeklinde erkek yoğun bir aile içinde yaşamak, onu hem erkek dünyasını hem de aile dinamiklerini, işleyişini çok iyi anlamaya yöneltmiş. Bu nedenle Ayfer Tunç, aile (hikayeleri) konusunda diğer alanlara göre kendini daha yeterli hissediyormuş.
Okula adımını attığı ilk dönemlerden itibaren okumayı ve kitapları çok sevmiş. İlkokul birinci sınıfta kuzenleri onu oynamak için dışarı çağırdığında “Yazıyorum, gelemem” dermiş. Çocuk oyunlarında kendini başarısız bulduğu için, başarılı olduğunu düşündüğü alana yönelmiş. İlk romanını, okuduğu Kemalettin Tuğcu romanları etkisiyle ilkokul ikinci sınıfta yazmış. Liseyi Erenköy Kız Lisesinde okumuş. Okul hayatı boyunca edebiyat derslerini hiç sevmemiş. Çocukların edebiyatı sevmeleri için “Geçmişten bugüne değil, bugünden geçmişe edebiyatla tanışmaları sağlanmalı” diyor. Üniversiteyi İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde okumuş. Aynı fakültede Ayfer Tunç’tan iki sınıf yukarıda okuyan ve kendisi gibi edebiyatla ilgilenen ve aynı zamanda şiir yazan arkadaşıyla evlenmiş; onunla 14 yıl evli kalmış.
Üniversitede yazmaya başlamış, “Tanım” adında iki sayı süren bir edebiyat dergisi çıkarmış. Bu dergiye Edip Cansever de iki yeni şiir vermiş. Orada basılan ilk yazısı “Caz ve Arabesk” (1983). Edebiyatla ilgili ilk yazısı ise 1983’te Edebiyat 81 Dergisi’nde yayınlanmış. Bir öyküsünü Varlık Dergisi’ne göndermiş, reddedilmiş. İlk öykü kitabı “Saklı” ile 1988-89 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almış. Üniversite sonrasında önce Sokak Dergisi’nde çalışmış. Ayfer Tunç bu dergiyi bir okul olarak değerlendiriyor. Sonrasında Güneş Pazar ekine geçmiş; burada yayın yönetmeni Ömer Madra, yayın koordinatörü Gündüz Vassaf, danışman Enis Batur, tek muhabir de Ayfer Tunç. O kadar entelektüel bir dergiymiş ki çıktığı gün gazetenin tirajı düşüyormuş. Ardından Milliyet Sanat, Yeni Yüzyıl’da gazetecilik yapmış. Ama hiçbir zaman gazetecilik ve edebiyatçı tarafı birbirine karışmamış; çünkü gazeteciliği de edebiyatçı gibi yapmış, gördüğü insan hikayelerini alıp yazıyormuş, hikayeci gözüyle gazetecilik yapmış. TRT için uyarlamalar yapmış. Bir süre dil öğrenmek için yurt dışında yaşamış. Galatasaray Üniversitesinde Türkçe dersleri vermiş. 1999-2004 arası Yapı Kredi Yayınları’nda (YKY) yayın yönetmenliği yapmış. “YKY için bir üniversite daha bitirdim derim, Siyasal ve YKY mezunuyum ben” diyor. Yekta Kopan ve Murat Gülsoy’la birlikte Açık Radyo’da Ubor Metenga programında öykü çözümlemeleri yapmışlar. 2003’te “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabı ile Balkanika Ödülü; 2021’de “Osman” kitabı ile Vedat Türkali Roman Ödülü almış.
Senaryoları:
Diziler için senaryo yazmış. Senaryolarını yazdığı diziler:
- Kızlar Yurdu, 1992
- Havada Bulut, 2002
- Aliye, 2004 (ortak)
- Binbir Gece, 2007 (ortak)
- Sessiz Fırtına, 2007
- Leke, 2019.
Senaryosunu kaleme aldığı filmler:
- 72. Koğuş, 2010
- Usta, 2008
- Düş, Gerçek, Bir de Sinema, 1995.
Ayrıca annesi Yıldız Tunç’un adını müstear isim olarak kullanıp dizi senaryoları da yazmış:
- Arap Geceleri, 2006
- Güldünya, 2009
- Aşk ve Ceza, 2010
- Paramparça, 2014
- Bir Zamanlar Çukurova, 2018.
Eserlerinden
Suzan Defter
Suzan Defter’de, Yan yana iki günlük akıyor. Çünkü hayatın göreceliliğini işlemek istemiş. Aynı anda yaşıyoruz ama aynı anı mı yaşıyoruz? Fikirden ötürü gurur duyduğu eseri.
Osman
Bir entelektüelin kayıpları
Kuru Kız
Onun tek umutlu hikayesi. Kendisi de başka hiç umutlu bir kitap yazmadığını söylüyor. Çünkü umut ile ilgili çekinceleri varmış. “Umut eylemle anlam taşır, eylemsiz umut acıya neden olur” diyor. Ama Kuru Kız kitabında, 2023’te Cumhuriyet’imizin, 100. yılında artık umutlu olmak gerektiğine inandığı için böyle yazmış.
Evvelotel
En az satan ama en iyi kabul ettiği kitabı (2020 ve 2022’de söylediğine göre). Ayfer Tunç için en iyi kitapları, en az satan kitaplarıymış. Ama;
Deliler Evi
En sevdiği kitabıymış. Çünkü yazarken onu mutlu eden, en eğlendiği kitap bu olmuş.
2014 yılında en sevdiği karakterin “Aziz Bey Hadisesi”ndeki Vuslat olduğunu; ama şu an yazdığı karakterleri birbirinden ayıramadığını, hepsinin ayrı yeri olduğunu söylüyor.
Ayfer Tunç’un eserlerinde karakterlerinin bir ortak özelliği çoğunlukla, aşk ile ilgili görüşleri. Bu görüş aşkın sağlıksız oluşu yönünde.
“Aşklar uzun zamandır beni mutlu ya da mutsuz etmiyordu (Evvelotel-Saklı s.64)”.
“Aşkların en güzeli başlamadan bitenidir, çünkü her aşk bitmeye mahkumdur. Başlamadan biten bir aşkta da hayal kırıklığı, terk etme ya da yıkılış olmaz” (Osman, s.300).
En büyük merakı hayat; insan hikayelerine olan ilgisi çok yüksek. “Başka hiçbir hobim yok hayattan başka. Her türlü hikayeye de çok meraklıyım, çocukluğumdan beri.” diyor.
- Ayfer Tunç, her kitabında bir öncekinin sınırlarını zorluyor, farklı teknikler uyguluyor. Sürekli kendini yenileyen, sanki başka yazarlar yazmışçasına kitaplarının tarzı hep birbirinden farklı olan bir yazar. Örneğin Suzan Defter’deki erkek ve kadının tek ve çift sayfalardaki günlüklerindeki yenilik gibi, Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura romanında da yeni bir anlatım tekniği kullanmış: Romandaki üç bölümden ilki olan ‘Yazı’ bölümü bir erkeğin bakış açısıyla, ‘Tura’ bölümü bir kadının bakış açısıyla, üçüncü bölüm ise hem erkek hem kadının bir arada oluşturduğu bölümden meydana geliyor.
- Kapak Kızı romanı, ilk baskıya verdiği haliyle (1992) noktasına virgülüne dokunmadan basılmış. Yıllar sonra Ayfer Tunç, YKY’da çalışırken editörlük hizmetinin bir kitap için ne kadar kıymetli olduğunu anlamış ve Kapak Kızı’nı editörü kendi olacak şekilde tekrar yazmış ve bastırmış (2005). Aynı olmasa da benzeri bir durum Evvelotel-Saklı (2006) öykü kitabı için de geçerli. Burada da Yunus Nadi Ödülü’nü aldığı Saklı (1989) hikaye kitabı ile beraber, bu hikayelerin uzantısı gibi düşünülebilecek Evvelotel’i yazmış ve bu iki kitap birleştirilerek aynı kitapta toplanmış. Saklı’daki kahramanların hikayeleri, Evvelotel’de bir nevi kaldığı yerden hatta daha da geriye gidilerek yeniden yazılmış.
- Eserlerinde ortak nokta, kahramanlarının mutsuz ailelerde büyümüş olmaları, mutsuz hayatlar ve bu hayatlardaki varoluş biçimleri. Umut değil, karamsarlık ve acıyla ilerliyor. Ayfer Tunç’un bununla ilgili düşünceleri şöyle:
“Acı bu metinleri yazmama neden olan şey, dünya acılı bir yer çünkü… Ama yaşayabilmek için acıyı inkâr etmek, baş etmeye çalışmak, kararlar vererek aşmak zorundayız. Bu baş etme ve aşmaya çalışma sürecine de hayat diyoruz. Hayat acının sürekli olması halidir. İnsanın hayatını boğan acılardan kurtulup mutluluğa erişmesi bir tür başarı öyküsüdür, nadirdir, aslolan acıdır. Bu tür başarı öykülerinin yeri okuru rahatsız eden ve sorgulayıp düşündüren edebiyat değil, okurun tatmin olmasını gözeten edebiyattır. Okurların çoğu edebiyattan bunu bekler. Karakterle özdeşleşir, kazanmasını, kötüleri cezalandırmasını, arzularına ulaşmasını ve kendi yoluna bir ışık tutmasını ister, böylece kitabı kapattığında rahat eder. Ben edebiyatın mutluluk reçetesi, okura yol gösterme kılavuzu olduğunu düşünen ve metinlerini bu amaca ulaşmak üzere kurgulayan bir yazar değilim. Edebiyat yaralarımızı gösterir, rahatsız eder, tedavi önermez. Yazarın yazdıklarından bir reçete çıkarmak istiyorsa okur çıkarabilir elbette, hatta çıkarmalıdır, başını kaldırıp çevresine bakmalı, kendini düşünmeli ve sorgulamalıdır…… Rahatsız olmak ve bu rahatsızlıkla yaşamaya devam etmek bir tür sorgulamadır.”
“Ama şunu da biliyor olacağız: Her gecenin bir sabahı vardır. Dünya tarihi iyimserler için sabahların, kötümserler için gecelerin tarihidir. Benim gibi arada kalanlar da umudu yazarak geçen zamanı anlamaya çalışır.”
Etkilendiği yazarlar ve şairler
“Biz Tanpınar ve Oğuz Atay’ın paltosundan çıktık” diyecek kadar Tanpınar ve Oğuz Atay’ı çok seviyor. Leyla Erbil’in “Gecede” kitabını çok erken yaşlarda okumuş, onu bilinçdışı öğretmeni olarak kabul ediyor; “Kumaşımın ondan olduğunu düşünüyorum” diyor. Kendini Leyla Erbil DNA’sına sahip yazarlardan görüyor. Üniversiteye kadar hiç şiir sevmeyen Ayfer Tunç’un üniversitede şiirleri ile tanıştığı Edip Cansever onun çok etkilendiği, şiiri sevdiren, ömürlük kabul ettiği, ruh ortaklığı kurduğu, onu yazmaya iten bir usta; şiirlerinin hikayeli şiirler olduğunu söylüyor. Leyla Erbil ve Edip Cansever onun edebi ailesi: “Babam Edip Cansever, annem Leyla Erbil” diyor. Max Frisch ve Thomas Bernhard da onun edebi anlayışını en çok etkileyen yazarlardan.
Nasıl yazıyor?
Yazmaya başlamadan önce mutlaka şiir, özellikle de Edip Cansever okurmuş. Şiirin onun üzerinde “bir arınma ve edebiyat sularına girme arzusu uyandırma” etkisi olurmuş. Ne zaman şiir okusa yazmak istermiş. Her gün özellikle gece, sessizlikte bilgisayara yazarmış. Ancak son zamanlarda alışkanlıkları değişince, sabah beşte kalkıp erken saatlerde yazıyor ve akşam on birde de yatıyormuş. Pandemide çıkan “Osman” hariç, genelde dört yılda bir kitap çıkarıyor.
Sevdiği yazarlardan Max Frisch “Kendimi yazmam, kendimi ele veririm” demiş. Ayfer Tunç da yazdıklarını kendinden değil, dışarıdan, başkalarının hikayelerinden alıyor. Malzemeyi dışarıdan alan, içerde öğüten, sonra yazan yazarlar sınıfından görüyor kendini. Dış dünyaya, hayata ilgisi çok yoğun. Başkalarının görmediği şeyleri görebilen algı yapısı ile etrafında olan hikayeleri görüp bunlardan malzemesini toplayarak yazıyor.
Yazacağı olayın önce atmosferini düşünüp, bunun için çalışırmış. Mesela melankolik, eğlenceli, saldırgan, yırtıcı, içe kapanık, durağan vb. mi olacak atmosfer? Zihninde uyanan, önce atmosfer olurmuş; çünkü atmosfer dili ve karakteri asıl belirleyen oluyormuş ona göre. Atmosferi belirleyen de mekan ve hava durumu onun için.
Ayrıca eserlerinde anlatıcı karakterleri genelde erkek. Erkek ağzından öykülerini yazdığını belirtiyor Ayfer Tunç. Çünkü erkek ağzından, erkek gözüyle yazdığında kendini daha objektif hissediyor; gölgede kalan kadını da daha ortaya çıkardığını düşünüyormuş.
Ayfer Tunç, dertleri olan ve bu dertler ile yazı yoluyla hesaplaşan bir yazar… Diğer yandan yaşlanıp katılaşmaktan, yazdıklarını katılaştırmaktan, hayata kemikleşmiş bakışlarla bakmaktan korkuyor. Romanlarında farklı teknikler kullanıp kendini aşsa da, kafa yorduğu meseleler yazma tekniğinin önüne geçiyor…
Sibel hanım yine cok doyurucu, insani yazari tanimaya iten kapsamli bir inceleme olmus. İtiraf ediyorum okurken romanin tek bir gunde gectigini farketmemisim. Atelye calismasinda ogrenmistim. Calismalariniz edebiyatimiz icin cok degerli. Umarim cok kisiye ulaşır.
Handan T.
Çok teşekkür ederim değerli yorumunuz ve güzel dilekleriniz için. Çalışma sizlerde karşılık buldukça tüm emeğe değiyor. Sevgilerimle…
Yazınız Kitabı okuyanlara bu okumayı daha da derinleştirecek müthiş bir kaynak, teşekkür ederizzz.
Bülent Ortaçgil’ den alıntıladığınız dizeleri de çok sevdim. Bu alıntı adeta kitabın hissi bir özeti olmuş.
Elinize Sağlık
Ortaçgil’in dizelerindeki gibi insan ömrü teyelleniyor birbirine, belki de hiç farkına varamayacağı biçimde.
İncelememi karşı tarafta okuyan, değer verenlerin varlığını bilmek, daha öte çalışmalar için güç veriyor.
Çok mutlu oldum. Çok teşekkür ederim. Sevgilerimle…