Ömer Hayyam’ın Titanic faciasında denizlerin altına gömüldüğü sanılan Rubaiyat adlı eserinin peşinde 11. yüzyıl tarihinden günümüze ilginç gelişmeler kitabın konusunu oluşturuyor.
İlk kısım 1072’de –Selçuklu Sultanı Melikşah’ın döneminde- 24 yaşındaki Ömer Hayyam’ın Semerkant’ta yaşadıkları ile başlıyor. Ardından ikinci kısımda Benjamin Omar’ın, İstanbul ve Amerika gibi yerlerde, hayranı olduğu Ömer Hayyam’ın Rubaiyat adlı kayıp eserini bulmak uğruna yaşadıkları ile devam ediyor ve 1918’de sonlanıyor.
Romanda, Ömer Hayyam’ın yazdığı Rubaiyat çevresinde dönen iç içe geçen iki öykü anlatılıyor. İlki 11. yüzyılda, ikinci öykü de 20. yüzyılda İran’da modernleşme hareketinin mimarlarından biri olduğu söylenen Cemaleddin Afgani’nin çevresinde gelişiyor. İran’da 20. yüzyıl başında gerçekleşen demokratik anayasa devrimi gibi konuları ele alıyor. Çünkü Maalouf’a göre günümüzde de tarihte yaşananlara benzer bir geçiş dönemi yaşanıyor. Geçmiş ve günümüzde de ortak olan konu, kopuş dönemleri. Yazar, roman içinde, onaylamadığı bazı davranış modellerinin nedenlerini de tarihte arıyor. Şimdiki yeni teknolojik gelişmeler, yeni ilişki tarzlarını yaratıyor. Bu da bir çeşit geçiş dönemi.
Amin Maalouf (1949-)
1949 Beyrut doğumlu Amin Maalouf aslen Lübnanlı, Fransa’da yaşıyor. Doğu ile Batı’yı harmanlayan yazar olarak da tanımlanıyor ve “Bay Doğu”, “Bay Şehrazat”, “Bay Hoşgörü” ve “Modern Zamanların Binbir Gece Masalları Yazarı” olarak adlandırılıyor. Doğu’yu yazıyor, çünkü insan biriktirdikleri ile var olur. Maalouf’un da biriktirdikleri, köklerinin ait olduğu Doğu. Mekansal olarak köklerinden ne kadar uzaklaşmışsa, yazınsal olarak köklerine o kadar yaklaşmış.
Amin Maalouf, tarihinde büyük işgaller yaşamış bir coğrafyanın çocuğu. Dünyanın gidişatına eleştirel baktığı “Uygarlıkların Batışı” kitabının başında, Doğu Akdeniz’de meydana gelen olayların içinde, kendi yaşamının nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “Ölmekte olan bir uygarlığın kucağına sağlıklı bir bebek olarak doğdum ve ömrüm boyunca etrafımdaki onca şey harap olup giderken övünülecek bir şey yapmadan, suçluluk da hissetmeden hayatta kalma duygusuyla yaşadım; geçtikleri sokaklarda bütün duvarlar yıkılırken yine de sağ salim korunan ve sonra arkada bıraktıkları koca bir moloz yığınından ibaret kalmışken, üstlerindeki tozları silkeleyen film kahramanları gibiydim.”
Kendi ifadesiyle İki dedesi, iki ninesi ve onların tüm ataları on iki kuşaktan beri aynı Osmanlı hanedanının egemenliğinde doğmuşlar. 1914 doğumlu babasının doğum belgesi Türkçe. Amin Maalouf, ailesinde Osmanlı sultanı yönetimi altında doğmamış ilk kuşaktan. Büyükannesi Türk, Adana’da doğmuş, ölene kadar Türkçe konuşmuş. Büyükbabası da profesörmüş; çok iyi Türkçe konuşur ve bundan mutlu olurmuş. Babası öğretmen, yazar ve gazeteci. Büyükbabasının babası, Osmanlı topraklarında 19. yüzyıl sonlarında yargıçlık yapmış. 1921 doğumlu teyzesinin adı, Kemal. Amin Maalouf’un dedesi, Mustafa Kemal Atatürk’e o kadar hayranmış ki doğacak çocuğuna –kız ya da erkek olsun– Kemal adını koymaya karar vermiş. Çünkü o coğrafya için de Mustafa Kemal Atatürk bir umut olmuş. “Eğer birinin meşru bir sebebi ve “Hayır!” diyecek ahlaki cesareti varsa, kazanır. Beni ve muhtemelen dedemi etkileyen buydu.” Atatürk için böyle diyor Maalouf.
Annesi de gazetecilikle uğraşmış. Maalouf’un anneannesi ise İstanbul’da doğup İstanbul’da yaşamış. Yine dayısı Harun Nakkaş da 1900’lerin başında İstanbul’da tiyatro oyunculuğu yapmış. Bu sebeplerden, Maalouf’un eserleri, Türk coğrafyasını ve İstanbul’u yakından takip ediyor.
Maalouf’un ailesi tam bir mozaik oluşturuyor, adeta halklar topluluğu. Bu durumu kendisi şöyle ifade ediyor: “Türk olan büyükannemden, Mısır Marunisi kocasından ve ben doğmadan çok önce ölen ve bana şair, özgür düşünce sahibi, belki de mason ama her halükarda şiddetli bir kilise karşıtı olduğu anlatılan öteki büyükbabamdan söz edecek miyim? Moliere’i Arapçaya ilk çeviren ve bunu 1848’de bir Osmanlı tiyatrosunun sahnesinde oynatan büyük-büyük-büyük dayıma kadar uzanacak mıyım?”
Maalouf’un kimliği zıtlıklarla dolu. Maalouf, “Hıristiyan olup aynı zamanda ana dilinin Arapça olmasının, onun kimliğiyle alakalı bir çelişki” olduğunu belirtiyor. Başka bir örnek de eğitim hayatı ile ilgili. Annesi ve babası arasında keskin ideoloji farkından dolayı, eğitim hayatında da çelişki yaşamış. Cizvit papazlarının bulunduğu Fransız okuluna kaydedilmiş, ilk ve orta öğrenimini Fransız Cizvit okullarında bitirmiş. Çünkü Katolik olan annesi, babasının savunduğu Protestan eğitimin ağırlıklı olduğu Amerikan ya da İngiliz okullarından onu uzak tutmak istemiş. Sonra Beyrut’ta bulunan Fransız Üniversitesi’nde sosyoloji ve ekonomi eğitimi almış. Kendisi de 14 yaşında rahip olmak istemesine rağmen, 22 yaşındayken yazar ve yönetici olarak gazeteciliğe başlamış. Yazılarında genel olarak Hindistan, Bangladeş, Somali, Kenya, Etiyopya, Yemen ve Cezayir gibi 60’a yakın ülkede görevli olarak bulunmuş, dolaştığı birçok ülkedeki iç savaş ve çatışmaları konu almış. Maalouf, Cizvit papazlarının Fransız okuluna gitmesinin sonucu olarak da ülkesi Lübnan’da Beyrut iç savaşının kapısına dayanmasıyla, 1976’da karısı ve üç çocuğuyla Amerika ya da İngiltere yerine, Paris’e mülteci olarak yerleşmiş ve Fransızca yazmaya başlamış.
Maalouf 26 yaşındayken, Lübnan iç savaşını başlatan olay, tam da evlerinin karşısında gerçekleşmiş. Bu olaydan sonra Maalouf, Beyrut’a bir saat uzaklıkta bir dağda evlerinin olduğu Ainel Qabou (Sığınak Gözü) köyünde (Bu köy Tanios Kayası kitabında da geçiyor) bir yıl kaldıktan sonra Paris’e göç etmiş. 1976 yılından itibaren yaşadığı Fransa’ya gidişini, tamamıyla insan yaşamına vermiş olduğu değerle ifade ediyor. Gidişi, onun mücadeleci kimliği olmaması yönünde eleştirilse de Maalouf, insan ölümüne neden olmaktan başka bir sonucu olmayan “savaşan mücadele ruhu”yla kendisini kıyaslayarak şöyle açıklıyor:
“Kısacası onu erdemleri mahvetti; beni ise kusurlarım kurtardı. Yakınlarını korumak, atalarının ona miras bıraktıklarını elinde tutmak için yırtıcı bir hayvan gibi savaştı. Ben bunu yapmadım. Benim yetiştiğim sanatçı ailesinde aşılanan erdemler bunlar değildi. Ne o fiziksel cesarete, ne o vazife duygusuna ne de o sadakate sahiptim. İlk katliamlar başlar başlamaz çekip gittim, kaçtım; ellerim temiz kaldı. Namuslu bir kaçak olarak kazandığım tabansızca bir imtiyazdı bu.”
- Amin Maalouf, her gün yazmazsa, çalışmazsa kendini suçlu hissediyor, “Yaşamı değil, yazıyı seçtim” diyor. Zamanının çoğunu Paris’te geçiriyor, ama romanlarını Fransa’ya ait Yeu Adası’nda yazıyor.
Hayatını değiştiren kitap
Stefan Zweig’ın “Dünün Dünyası” kitabı. Gençliğinde değil, biraz ileri bir yaşta okumuş. Dünyanın endişe verici bir dönemden geçtiği ile ilgili kendi kaygılarıyla örtüştüğünü görmüş.
Eserlerindeki ortak yanlar:
- Eserlerinde neredeyse ortak tema Arayış. Ayrılık, hüzün, “kendini arama ve aidiyet” de önemli bir yer tutuyor eserlerinde.
- Ayrıca her eserinde kayıp, önceden bilinen ama unutulmuş bir dünyayı, olayı ve kişileri ele alıyor.
- Kitaplarının hemen hemen hepsinde bir yolculuk anlatıyor. Kentten kente, ülkeden ülkeye, yoksulluktan zenginliğe hep bir yolculuk hali…
- Kahramanları iyi eğitim almış bilge kişiler. Olayların yönünü ve tarihin akışını değiştirebilirler.
- Eserlerinde Doğu’dan oldukça sık bahsediyor. Romanlarındaki olayların temeli, Doğu-Batı çatışması. Müslüman Doğu ile Hıristiyan Batı’yı uzlaştırmaya çalışıyor.
- Amin Maalouf, yolcularının büyük kısmını Yakın Doğu’dan Amerika’ya göç etmek isteyenlerin oluşturduğu Titanic metaforunu da eserlerinde çok kullanıyor.
- Ayrıca Türk kültürü ve İstanbul’a da özellikle ağırlık veriyor. İstanbul her eserinde mevcut. İstanbul’u farklı kültürlerin başkenti olarak görüyor. “İstanbul benim düşsel vatanımın bir parçası” diyor Maalouf. Türk kültüründe en çok etkilendiği unsurlardan biri tasavvuf şiiri. Özellikle de Yunus Emre’ye hayran; onun hakkında çok fazla araştırma yapmış.
Amin Maalouf, gerçek tarihsel kişi ve olaylardan tip ve kesitler seçerek onları edebiyata uyarlamış. Eserlerinde konu olarak Akdeniz havzası ve Mezapotamya’nın dışına pek çıkmıyor. Romanlarının birçoğunda Osmanlı, Selçuklu coğrafyası, Ortadoğu uzamı görülüyor. Maalouf, coğrafyadan daha çok, bu coğrafyadaki tarihi, kurgu malzemesi olarak kullanıyor. Bu coğrafyadaki kişiler, bu coğrafyada geçen olaylar anlatılıyor; aynı zamanda bu coğrafyadaki tereddütler, çarpışmalar, kimlik arayışları da verilmeye çalışılıyor.
Doğu’yu bilen ama Batı’da yazan bir romancı olarak yazdığı romanlar, Batı’da hayli ilgi görüyor. Maaoluf, Tanios Kayası adlı eseriyle Fransa’da önemli bir ödül olan Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü’nü almış. 2011’den beri Académie Française “Ölümsüzler” Kurulu (Les Immortels) üyesi (2009 tarihinde ölen ünlü Antropolog Claude Lévi-Strauss’un yerine 23 Haziran 2011 tarihinde Fransız Akademisine Académie Francaise’ın 29. koltuğuna geçti). Assia Djebar’dan sonra Fransız Akademisi tarihinin ikinci Arap kökenli yazarı Amin Maalouf… Lübnan da dördüncü yabancı ülke oldu. Kasım 2023’te de daimi sekreterlikte Hélène Carrère d’Encausse’un yerine geldi.
Semerkant şehri
Şu an Özbekistan sınırlarında olan, 11. yüzyılda Büyük Selçuklu ve Karahanlılar arasında mücadelelerin ve mezhep kavgalarının olduğu yer. Çin ile Batı arasındaki ticaret yolu olan İpek Yolu’nun üstünde gelişip, büyük bir şehir olmuş. Uzun süre Sasanilerin hakimiyetinde kalmış, daha sonra Türk prensleri tarafından yönetilmiş. 712’de kesin olarak Arapların eline geçmiş, daha sonraki Arap istilâsı ve bölgenin İslamlaştırılması için bir üs olarak kullanılmış. Abbasi halifesi Meymun, Semerkant’ın yönetimini Esed bin Samad’ın oğullarına vermiş. Bu dönemde zenginleşen şehir, Çinlilerin icadı olan paçavradan kâğıt yapımında önemli bir merkez haline gelmiş. Selçuklular 1130’da şehri ele geçirmişler; sonrasında kısa bir süre için doğudan gelen göçebe Moğolların denetimine girmiş. Cengiz Han’ın birlikleri 1200’de şehri yakıp yıkmış. 1370’de yeni Moğol imparatoru Timur’un başkenti olmuş. Sonraları Çin, Buhara Emiri ve Rusların denetimine girmiş.
Timur, Semerkant’ı imparatorluğunun başkenti yaptıktan sonra, şehri görkemli mimarî yapılarla donatmış. Bu nedenle, 14. ve 15. yüzyıllar Semerkant’ın “altın dönemi” olarak kabul ediliyor. Hassas dengeler üzerine kurulmuş bir imparatorluğun merkezindeki bu şehirde gelişen sanat ve bilim dünyası, döneme “Timur İmparatorluğu’nun Rönesansı” olarak damgasını vurmuş.
- Koyu renkli ve sağlam bir tür kağıdın Semerkant’ta yapılmasından ötürü, şehir ismini bu kağıda vermiş. Semerkândi kağıdı 16. yüzyılda İstanbul’da da oldukça ünlü olmuş. Ömer Hayyam da rubailerini bu kağıttan yapılan bir deftere yazmış ve Rubaiyat ortaya çıkmış. Semerkant’ın adını tarihe yazdırmasını sağlayan en önemli özelliği ise Ömer Hayyam – Hasan Sabbah – Nizamülmülk üçlüsünün karşılaştığı; Sabbah’ın Haşhaşiler’i kurmaya karar vermesini sağlayan olayın yaşandığı kent olması.
Ele aldığı tarihsel olayların bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Dünyası ile ilişkili. Maalouf’un ülkemizde tanınması “Semerkant” ile olmuş.
Semerkant romanı (1988) tarihsel bir roman; ama kurmaca, mit ve gerçeğin karışımından oluşuyor. Semerkant, Maalouf’un Türkçeye çevrilen kitapları içinde en fazla satış yapan, en yüksek tirajı olan kitabı. Öyle ki Fransa’daki tirajına yakın bir tiraj elde etmiş. Romanda Selçuklu tarihi, roman malzemesi olarak kullanılıyor. Ömer Hayyam, Hassan Sabbah, Nizamülmülk gerçek hayattan kişiler; Benjamin Omar Lesage gibi kurmaca karakterleri de var.
Karakterler
Romanın esas kahramanı aslında Semerkant şehri. Ama kitapta şöyle diyor: “Derler ki: Bin yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah”. Ama kurmaca karakteri de eklersek, dört kişinin kitapta önemli bir yeri var:
1. Ömer Hayyam: Dünyayı izliyor. Doğu kültürü içine doğuyor. Doğu kültüründen Batı’ya bakıyor.
2. Nizamülmülk: Bu dünyayı yönetiyor.
3. Hasan Sabbah: Dünyaya dehşet saçıyor. Uzlaşmasız ve acımasız bir din adamı.
4. Benjamin Omar Lesage: Bu dünyanın kapılarını Batılı bir gözle aralamaya çalışıyor. Batı kültürü içine doğuyor, Batı’dan Doğu’ya bakıyor; Doğu yaşam tarzına yaklaşıyor. Lesage, Doğu’nun aslında ne derece önemli değerlere sahip olduğunu, Batı dünyasına anlatmanın bir aracı.
Romanda adı geçen kişilerden bir kısmı emperyalist güçleri, bir kısmı onlara yardım edenleri ve diğer bir kısmı da her türlü emperyalizme başkaldıran ve gerektiğinde ölmek ve öldürmek pahasına savaşan kimseleri simgeliyor.
Ömer Hayyam (1048-1131 / 1039-40-1132)
Hayyam Arapçada çadırcı anlamına geliyor. Ömer Hayyam da adının anlamının belirttiği gibi, bir çadırcının oğlu. O da seçkinler sınıfından. Kendi devrinin en görkemli astronomu, riyaziyatçısı, şairi ve filozofu. Şark edebiyatında rubai türünün yaratıcısı olan Hayyam’ın matematik, fizik, astronomi ve tıp alanlarında birçok icadı ve önemli eseri bulunmakta. Celali takviminin mucidi. İbn-i Sina’dan sonra Şark’ın yetiştirdiği en büyük deha olarak kabul edilmiş. İran’ın, Selçuklular yönetiminde olduğu dönemde yaşayan Hayyam, Horasan ülkesindeki büyük şehirleri, Belh, Buhara ve Merv gibi bilim merkezlerini gezmiş, Bağdat’a gitmiş. Ömer Hayyam’ın döneminde Orta Doğu, Güney ve Orta Asya bölgelerinde egemen olan unsurlar: Büyük Selçuklular, Karahanlılar, Moğollar ve Bağdat’taki halifeye bağlı unsurlar.
Zamanın hükümdarlarından, özellikle Selçuklu Sultanı Melikşah ve Karahanlı Şemsülmülk’ten büyük yakınlık gören Hayyam, onların saraylarına ve meclislerine sık sık konuk olmuş. Resîdüddîn Hemedanî’nin Cami’üt-Tevarih adlı eserinde ve Edward Fitzgerald tarafından Rubaiyat tercümesinin önsözünde anlattığına göre Nizamülmülk ve Hasan Sabbah, Ömer Hayyam ile okul arkadaşları ve yakın dost olmuşlar. Ancak bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü Nizamülmülk, Ömer Hayyam’dan 30 yaş büyük ve Hasan Sabbah da eğitimini Rey’de yapmış. Kitapta Nizamülmülk, Ömer Hayyam’ın bilgisine çok güvendiğinden, devlet yönetimi konusunda kendisine yardımcı olması için Hayyam’dan yardım istiyor, ancak saray entrikalarından uzak kalmayı istediği için Hayyam, bu teklifi geri çeviriyor. Amin Maalouf bunu, kurguyu güçlendirmek için yazmış. Romanında anakronizmden faydalanmış. Anakronizm kişi, nesne veya olayların kendi gerçek zaman ve mekânlarından koparılıp farklı bir çerçeveye oturtulması. Ama birbirlerini tanıyor olmaları yine de muhtemel.
Hayyam’ın edebiyat tarihindeki yerini belirleyen, sonraki yüzyıllarda da İslam dünyasının en büyük şairlerinden biri olarak anılmasına neden olan, yazdığı rubailer.
Rubai: İran’da dört mısradan oluşan, ilk ve ikinci mısrada esas düşünceyi veren, üçüncü mısrada dördüncüye atıfta bulunan ve dördüncü mısrada konuyu nihayetlendirip sunan bir yazım biçimi.
Rubaiyat 1072 yılında, Semerkant’ta yazılmaya başlanmış ve 1912’de Atlantik Okyanusu’nda kaybolmuş bir kitap, daha doğrusu Hayyam’ın elyazması. Bu şekilde aynı zamanda Selçukluların ve İran tarihinin de öyküsü anlatılıyor. Gökyüzünü inceleyen Hayyam’ın, imparatorluk yöneten Nizamülmülk’ün ve vahşeti evcilleştiren Sabbah’ın hikâyesini de en iyi Elyazması anlatıyor. Sabbah ile birlikte ortadan kaybolan Rubaiyat, İran’ın Kum kentinde tekrar ortaya çıkıyor ve İslam Rönesans’ının mimarlarından biri olan Cemaleddin Afgani’nin eline geçiyor. Rubaiyat 13. yüzyılda ortadan kaybolana kadar Kirmanlı Alamut kütüphanecilerinin elinde; 19. yüzyılda ise Mirza Rıza’nın elinde ortaya çıkıyor. Mirza Rıza da Alamut kütüphanecileri gibi Kirmanlı. Amin Maalouf, onun da ataları arasında Haşşaşin çıkabileceği ihtimaline vurgu yapıyor.
O günlerden bugüne dilden dile dolaşarak gelen, Ömer Hayyam rubaileri, sonraki çağlara da damgasını vuran eserler oldu. Şiirlerinde zamanın haksızlıklarını ve saçmalıklarını, ince ve alaycı bir dille anlatan Hayyam, dörtlüklerinin konusunu aşk, şarap, dünya, insan hayatı ve yaşama sevinci gibi temalardan seçti. Hayyam kendisinden sonra gelen birçok şairi de etkiledi. Rubai alanında tek örnek olarak benimsendi. Hayyam’ın bilinen rubai sayısı 158 olmasına rağmen, ona mal edilenler binleri geçti. Asaf Halet Çelebi 1954 yılında yazdığı “Ömer Hayyam ve Rubaileri” kitabında, Ömer Hayyam’ın el yazma kitaplarından birinin Oxford Bodleian Kütüphanesi’nde 525 numara ile kayıtlı olduğunu yazıyor. Asaf Halet Çelebi kendisinin 400 kadar rubaiye ulaştığını ama kütüphanedeki kitapta rubai sayısının 150 olduğunu belirtiyor. (Not: Ömer Hayyam’a ait olmayan ama ona atfedilen birçok rubai de bulunmaktadır).
Ayrıca bugün hala Britanya Kütüphanesi’nde (British Library) bulunan rubaiyatın gerçekte ilginç bir hikayesi var. Ömer Hayyam Rubaiyatı’nın, 2 yılda Sutcliffe tarafından hazırlanmış mücevherlerle kaplı özel bir kopyası (The Great Omar), Titanic ile birlikte okyanusun derinliklerine batmış. Bu kopya kurtarılabilirse 120 bin dolara satılacağı tahmin ediliyor. Sutcliffe, Titanic faciasından birkaç hafta sonra esrarengiz biçimde ölüyor. Bu kopyanın ikizi diğer bir Rubaiyat da II. Dünya Savaşı’nda Almanların Londra’ya yaptığı hava saldırısı sırasında, içinde olduğu banka kasasıyla birlikte yok olmuş. Sutcliffe’in yeğeni Stanley Bray, kitabın bir kopyasını daha hazırlamış. “The Great Omar”ın bu kopyasını hazırlamak 40 yılını almış ve kitabı British Library’e emanet etmiş. Yeğen Stanley Bray, bu iki Rubaiyat’ın başına gelenlerin, kitapların üzerlerindeki tavus kuşu süslemelerinin getirdiği uğursuzluktan kaynaklandığını düşünüyor.
Rubailer’in geçmişte ve günümüzde anlam bulmasının, kültürleri ve din sınırlarını aşmasının nedeni 🡪 evrensel gerçekleri ifade etmesinden. Aslında belirsizliklerle dolu günümüz dünyasında Rubailer belki de yazıldıkları çalkantılı dönemdekinden daha büyük anlam taşıyor.
Nizamülmülk (1018-1092)
1064 yılından sonra Selçuklu’da vezirliğe başladı ve Selçuklu Sultanları Alp Arslan ve Melikşah’a hizmetlerde bulundu. Selçuklu Devleti’nin adeta belkemiği. Meşhur Siyasetname adlı eserin yazarı, bu eserde bir devlet geleneği oluşturmaya çalışmış. Kendi adıyla anılan Bağdat’tan Horasan’a Nizamiye Medreseleri’ni kuruyor. Başına da Gazali’yi getiriyor.
Hasan Sabbah’ın faaliyetlerini ilk sezen ve doğuracağı tehlikeyi ilk anlayan o olmuş. Nizamülmülk Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından zehirli bir hançerle öldürülüyor. Büyük Selçuklu Devleti, olanca ihtişamına rağmen Nizamülmülk’ün ölümünden sonra gerilemeye başlıyor.
Hasan Sabbah (1050 başları-1124)
Doğum tarihi tam bilinmiyor, 1052-53 civarı olabileceği söyleniyor. Semerkant romanında ise ölüm tarihi 1162 olarak geçiyor. Hasan Sabbah’ın Hayyam’ın kitabını saklamasının nedeni, insanın kendine ulaşmasının, kendini bilmesinin önüne engel koymak istemesi. (Umberto Eco-Gülün Adı kitabında da böyle benzer bir durum var)
Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi 1257’de Moğollar tarafından zapt ediliyor ve kütüphanesindeki kitapların hemen hemen tamamı yok ediliyor. Yok edilmeyen kitaplardan biri, dini düşünce içermeyen Sergüzeşt-i Seyyidna adlı Hasan Sabbah’ın biyografisi. Hayatıyla ilgili az bir kısım bilgi buradan elde edilmiş ama fazla kaynak olmadığı için hakkındaki bilgiler, çoğunlukla ona karşıt olanlardan elde dilen bilgilerden oluşuyor denebilir. Nizamülmülk’ün Hasan Sabbah’a yardım ettiği ve ona sarayda bir görev verdiği, ancak bir sebepten Nizamülmülk’ün düşmanı haline geldiği ve saraydan ayrılması gerektiği kesinlikle söylenebilir.
Alamut Kalesi’ni nasıl aldığına yönelik menkıbe ise bazı değişikliklerle hala o bölgede anlatılıyormuş: Hasan Alamut’a geldiğinde oradaki valiye “bir öküz derisi ile kaplı boş bir alan için “külliyetli bir miktar para” teklif ediyor (3.000 dinar olduğu söyleniyor). Tekliften gözleri kamaşan vali kabul ediyor. Bunun üzerine Hasan, bir öküz derisini ince sırımlar halinde kesip kalenin etrafını çeviriyor ve kaleyi alıyor. Buna benzer farklı hikayeler ile de kaleyi nasıl aldığı anlatılıyor.
1097’de Haçlı seferleri başlamamış olsaydı, belki Hasan Sabbah ve Haşişi (Haşhaşi)’lere karşı önlem alınabilir ve tamamen ezilebilirlerdi. 1257’de Hülagü tarafından kale alındı ve tahrip edildi.
Benjamin Omar Lesage
Lesage, 800 yılın ardından Hayyam’a paralel bir kişilik olarak yaratılmış, Hayyam’ın 20. yüzyıl başındaki yansıması.
Benjamin ismi Yahudi ve Hıristiyanlarda kullanılan ve İncil’de geçen bir ad.
Omar Müslümanlıkta ikinci halifenin adı; Orta Doğu’yu ve İslam coğrafyasını çağrıştırıyor.
Benjamin Batı’ya, Omar Doğu’ya açılımı simgeliyor.
Lesage soyadı Fransızca bilge, bilgi, akıl ve felsefe anlamlarını içeriyor.
Benzerlikleri Olan Karakterler
- Cemaleddin Afgani – Ömer Hayyam / Nizamülmülk / Hasan Sabbah: Cemaleddin Afgani kendisini bir yanıyla Nizamülmülk, bir yanıyla Ömer Hayyam, bir yanıyla Hasan Sabbah olarak tanımlamakta ve üçünün toplamı bir dördüncü olarak Afgani ortaya çıkmakta.
Ömer Hayyam ile: Zihniyet bakımından halef-selef bağlantısı kurulmuş. “Hayyam gibi şimdinin, içinde yaşanan anın nadir keyiflerini kolluyor, şarap, saki, meyhane, sevgili üzerine dizeler yazıyorum; sahte sofulara hiç güvenmiyorum, onun gibi. Bazı rubailerinde Ömer kendinden söz ederken, sanki çizdiği resim bana aitmiş gibi geliyor.” (Semerkant, s. 194).
Nizamülmülk ile: “Nizamülmülk gibi, büyük bir İslam devleti kurma özlemi taşırım.” (Semerkant, s.193).
Hasan Sabbah ile: Ama en fazla kendisi gibi Şeyh olan Hasan Sabbah’a benzemekte. “Hasan Sabbah gibi İslam aleminin dört köşesine başkaldırı tohumları ekiyorum, beni ölümüne izleyecek müritlerim var…” (Semerkant, s.193).
- Fazıl – Nizamülmülk
- Ömer Hayyam – Benjamin Omar Lesage: Lesage, Hayyam’ın 8 asır sonraki tezahürü gibi. Ömer Hayyam 11. yüzyılda yaşanan çatışmada tarafsızlığını koruyarak yapıcı bir rol üstleniyor. İçinde olduğu karışık savaş ortamından kendini soyutlayarak bilime ve sanata yoğunlaşıyor. Aynı şekilde 19. yüzyılda da Benjamin Omar Lesage da İran’daki çatışma ortamında tarafsız kalıyor. Semerkant’ta yaşanan bu karmaşık ortam, yüzyıllar sonra bile farklı kişilerle de olsa varlığını koruyor.
Benzer Yanlar | ÖMER HAYYAM | BENJAMIN O. LESAGE |
Farklı kültürde yetişip başka yaşam biçimine yaklaşmak | Doğu kültürü içine doğup, görece Batı yaşam tarzını benimsiyor. | Batı kültürü içine doğup, Doğu yaşam tarzına yaklaşıyor. |
Tarafsız kalma | İki farklı mezhep arasında yapıcı olabilme. | Sonradan gittiği İran’da tarafsız kalabilme. |
Bulunduğu yerden uzaklaşma | Semerkant’ta huzursuz olup kaçar ve doğduğu şehir Nişapur’a gider ve ölene kadar orada yaşar (4 Aralık 1131 yılında 84 yaşına kadar). | Benjamin siyasal açıdan karışan ve kendisi için güvenlikli olmayan Tebriz’den kaçmak zorunda kalır ve Paris’e gider. |
Teklif edilen görevin reddi | Nizamülmülk’ün teklif ettiği istihbarat teşkilatı kurma görevini reddetmesi. | Fazıl’ın teklif ettiği İran’da başhazinedar olarak mali sistemi düzeltme görevini reddetmesi. |
Aşk hayatı | Erişilmesi neredeyse imkansız olan hareme erişerek gerçek aşkı bulma. | Erişilmesi neredeyse imkansız olan hareme erişerek gerçek aşkı bulma. |
Aşklarının sonu | Hüsranla biter. | Hüsranla biter. |
Maalouf’a Getirilen Eleştiriler
Maalouf, Batı’nın duymayı istediği şekilde Doğu’yu anlattığı yönünde eleştiriler almış. Semerkant romanında özellikle ikinci yarıda geçen İran anlatısı, bu yönüyle öne çıkıyor. Bu bölümdeki “Şark” anlatısının, genel olarak bir Batılının anlatısı gibi olduğu yönünde eleştiriliyor.
Kimi eleştirmenler tarafından Maalouf’un objektif bir bakış açısı ile değil, oryantalist bakış açısı ile olaylara baktığı yönünde eleştiriler getirilmiş; Maalouf, Orta Doğu’yu iyi tanımamakla suçlanmış. Bu durumun yazdığı romanlara da yansıdığı ileri sürülmüş. Örneğin yazarın “Semerkant” eserinde Ömer Hayyam marjinal bir kahraman şeklinde resmediliyor, Hayyam’ın toplum tarafından dışlandığı ve onun softa olarak görüldüğü vurgulanıyor. Bu şekilde bir tasvir ile aslında Doğulu toplumlar da kısmen bağnaz olarak gösteriliyor. Oysa öykünün geçtiği dönem, Arapların ve Orta Doğu’nun altın çağına denk geliyor. Buna yönelik olarak “Batı’nın hiçbir zaman bağnaz olarak görülmemesi ve geleneksel Doğu toplumlarının sahip olduğu değerlerin anlaşılamaması” eleştirisi de Maalouf’a yapılıyor.
Onun eleştirildiği bir başka konu da “Osmanlılar ve Türklerden bahsederken objektif bir bakış açısından değil, daha çok oryantalist bir yaklaşım ile yola çıkması.”
Diğer bir eleştiri, yazarın Ömer Hayyam’ın dünyasına giremediği ve şiirden pek anlamadığı yönünde. ‘Türklere, Acemlere, Ruslara bakışı, Batılı bir gözledir. İslam’a bakışı, yüzeyseldir’ deniyor. Tarihi romanın babası Wolter Scott’a göre, tarihi roman yazılırken o dönemin giyecekleri, yiyecekleri, mobilyaları özellikle anlatılmalıdır ki gerçeğe yakın olabilsin. Bu açıdan bakınca Semerkant yetersiz görülüyor ve Nizamülmülk, Ömer Hayyam, Hasan Sabbah’ın bir türlü ete kemiğe bürünemediği ve sis arkasında kaldığı iddia ediliyor.
- Oysa Maalouf, kitapta postmodern özellikler taşıyan farklı katmanlar yaratmış. 20. yüzyılın İran’ında geçmiş olayları taşımış. Cemaleddin Afgani, 20.yy’ın başında İran Şah’ına karşı verdiği mücadele ile Ömer Hayyam’ın yerini almış. Kitaptan, Doğu’nun uzattığı eli, hümanist Batılıların sıkı bir şekilde kavraması gerekmekte, mesajı çıkarılabilir. Maalouf, Semerkant’ta iki uygarlığın –Doğu ile Batı’nın– birbirine duyduğu ihtiyacı ve birbirleri ile kopmaz bağlarını anlatmış.
- George Orwell’in II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, “kültüre ayıracak zamanımız yok” diyenlere, “Hangi temel üzerine dünyayı yeniden inşa etmemiz gerektiğini bize söyleyecek olan temel, ‘Kültür’ demiş. Maalouf da Titanic metaforundan yola çıkarak “Batmak bir yok oluş değil, Bir daha batmamamız için bize en çok gereken şey, Kültür” diyor.
Eserleri
- Arapların Gözüyle Haçlılar (1983),
- Afrikalı Leo (1986),
- Semerkant (1988),
- Işık Bahçeleri (1991),
- Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl (1992),
- Tanios Kayası (1993),
- Doğunun Limanları (1996),
- Ölümcül Kimlikler (1998),
- Yüzüncü Ad – Baldassare’nin Yolculuğu (2000),
- Uzaktan Aşk (2002),
- Yolların Başlangıcı (2004),
- Adriana Mater (2006),
- Çivisi Çıkmış Dünya (2009),
- 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi- Fransa Tarihinin Dört Yüzyılı (2011),
- Doğu’dan Uzakta (2012),
- Uygarlıkların Batışı (2019),
- Empedokles’in Dostları (2021),
- Yolunu Şaşırmışlar Labirenti (2023, Kasım).