Gürültü içinde sessiz, kalabalık içinde yalnız…

Oruç Aruoba

Oruç Aruoba akademisyen, psikolog, filozof, şair, çevirmen, radyo programcısı. Eğitim hayatında disiplinler arası geçişlerle entelektüel birikimini zenginleştirmiş.

Metinlerini kitap olarak kurgulamaktan çok anlık, spontane yazdığı, not aldığı parçaları bir araya getirerek oluşturmuş. Metinleri, yazılanla yaşanan arasındaki mesafeyi sorgulamaya yol açıyor.

Oruç Aruoba ve Felsefe

Felsefenin işi bu düzenlere çomak sokmaktır — koyunu sürüden çıkmağa ayartmak… Toplum, sağlıklı, aklı başında bireyler topluluğuysa, bunun içinde felsefeyle uğraşmak, gönüllü olarak tımarhaneye girmek gibi bir şeydir. Öte yandan, felsefe yapmak, insan beynini hiç de alışık olmadığı bir yönde pek fazla zorlar; bu yüzden, bir noktada sigortası atabilir beynin. Felsefe tarihinde sahiden çıldırmış epey düşünür vardır; zihinsel bunalım geçirmemiş düşünür ise yok gibidir.

Oruç Aruoba

Aruoba kendini Nietzsche, Wittgenstein ve Heidegger gibi filozoflara yakın hissediyor; nedeni, bu filozofların metaforlarla kurulu söylemleri. Bunu Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabının başındaki, “Herkes ve hiç kimse için” sözüyle destekliyor. Wittgenstein da önsözünde “Onu anlayarak okuyan tek bir kişiye ulaşması halinde kitabın maksadına ulaşacağını” söylüyor. Wittgenstein, Oruç Aruoba için önemli, çünkü (Kant, Hume yanında) Wittgenstein üzerine doktora tezi yazıyor ve Wittgenstein’ı Türkçeye çeviren ilk kişi.

Wittgenstein (1889- 1951): “Dilimin sınırları dünyamın sınırları.” onun esas görüşü. Avusturyalı. Dili felsefenin merkezine oturtan 20. yüzyılın en önemli filozoflarından. Kişinin ve toplumun düşünce ufkunu dilin sınırları ile belirlediğini iddia eder… Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur…

Bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirger. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur.

Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921’de Cambridge’de Bertrand Russell’in gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan ‘’Tractatus logico-philosophicus’’ isimli eseri (Oruç Aruoba çevirisiyle Türkçede).

Kitabın özü şu; “Söylenebilir ne varsa, açık söylenebilir; üzerine konuşulmayan konusunda da susmalı.’’ Bu cümle Wittgenstein’in Tractatus’taki son cümlesi.

Oruç Aruoba ve Şiir

Şiir, felsefe için tek ayrıcalıklı sanattır ona göre. Bu ayrıcalığın nedeni: “Şiirin anlamla anlam kurması, daha önce varolmayan anlam bütünlüklerini kurması”dır. “Şiir sadece mevcut olanı değil, mümkün olanı da verebilir. Sahici bir şiir, kurulmuş bir gerçekliktir. Şiir mevcut gerçeklikleri “hayalin hizasına sokar.”” 

Yalnızca, felsefe ile şiir arasında  ‘kimsenin-olmayan-(bir) bölge’ vardır—o bölgeye önem veriyorum ve orada barınmak istiyorum” der O.A. 

Felsefe dünyayı belirlemeğe –ya da ‘değiştirmeğe’– her yönelişinde, kendinden önce sıraya girmiş olanı bulur önünde: Şiiri…” O.A.

Aruoba, felsefeyi de şiir gibi bireysel bir deneyim olarak görüyor. Şiirle felsefeyi temel düzlemde neredeyse aynileştiriyor. Okuyucu metnin şiirsel yönünden estetik haz alırken, kavramlar hakkında bir düşünme ve bilgilenme sürecine girer.

Gerçekle baş etmenin en iyi yolu, hayal kurmaktır.

Oruç Aruoba

Bir şairin gözleri kapanınca, dünyada görülecek şeyler azalır.” (O.A.-Tümceler)

Oruç Aruoba bu sözü, Cemal Süreya’nın ölümü sonrası söylemiş.Aruoba, kendi şiirlerini haikuya benzer bir tarzda yazar; kesik, anlık çağrışımlar ve kısa dizeler hâlinde kaleme alır. Felsefenin de şiirin de bireysel ve anlık bilinç durumları ya da çağrışımlarla meydana geldiğine inandığı için, şiir ve felsefî metinlerini bu şekilde yazar. Oruç Aruoba “Haiku yazdığımı -yani, yazdıklarımın haiku olduğunu- başlangıçta fark etmedim.” diyor.

Haiku şiiri

Haiku = Eğlenceli mısra demek. Dünyadaki en kısa şiir biçimi. Ne ‘nazım’ ne de ‘nesir’. Haiku, şiir özellikleri taşıyan düzyazı; düzyazı özellikleriyle yapılmış, şairin gördüğünü gösteren sezgisel tarzı olan bir Japon şiir biçimi. Olabilecek en kısa formla, çok anlamlılık yakalanmaya çalışılır. Üçlü dizelerle yazılan, 17 heceden oluşan bu tür, konusunu genellikle mevsimlerden, doğadan ve insandan alan lirik bir türdür. Ortaya çıkışı tamamen doğaçlama. Birinci ve üçüncü dizeleri beşer, ikinci dizesi ise yedi heceden (5/7/5) oluşan haiku, yapı olarak oldukça yalın, sade ve narin bir tür olarak insanla doğa arasında neredeyse bir köprü vazifesi yapar. Görmeyi, duymayı, dinlemeyi, sessizliği ya da doğadaki tüm sesleri görmelidir Haiku şairi. Japon edebiyatının modernleşme sürecinde Batı’nın etkisiyle şekillenmiş bir edebî türdür.

Oruç Aruoba dışında bu türün ülkemizdeki en önemli temsilcileri ise Orhan Veli, İlhan Berk, Sina Akyol, Enis Batur’dur.

Haiku’nun uluslararası bir “janr” haline gelmesi — daha doğrusu, Japonca’dan başka dillerde de yazılır olması — çok yeni bir şeydir. Ama örneğin Orhan Veli’nin geliştirdiği kara mizahlı şiirde önemli etkisi olmuş, — kendisi de en az iki tane haiku yazmış. Necatigil’de de, Edip Cansever’de de, haiku havası var. Zaten Türkçe, kısa ve derin yazmaya çok elverişli bir dil. Örneğin Nazım Hikmet şiirleri.

Felsefe yapmak,  kişinin, gelmeyeceğini bildiği birisini beklemesine benzetilebilir.” (De ki İşte s.106)

“Bunu yaşamım içinde üç kez yaşadım:  Issız bir deniz kıyısında;  herkesin gittiği, otoyol kıyısındaki bir ‘ofis’te; ancak kar kaplı merdivenlerle ulaşılabilecek bir evde…  Her seferinde,  sevdiğim bir kişinin,  oraya,  bulunduğum yere gelmesini istedim,  istiyordum. Ama, bilerek: gelemezdi;  isteseydi bile,  orası zaten gelinemezdi;  zaten benim orada olduğumu, onu beklediğimi, gelmesini istediğimi bile bilmiyordu—ama ben, beklentimden hiç vazgeçmeden, sürdürüyordum beklememi. Felsefe gerçekten böyle bir şeydir…—Bunu birkaç kitabımda çeşitli açılardan irdelemeye çalıştım; ama, çok açık anlatabildiğimi sanmıyorum” O.A.

Yavaştır yaşamanın anlamı” (Hani, s.22)

“Kişi yaşamını, yaşadıklarını ne kadar “hızlandır”dığını sanarsa sansın, yaşam hep kendi yavaş ve sanki ‘kendinden emin’ tempo’suyla,  zamanında gelir ve yaşanır. Bu yüzden yaşamın tempo’sunu kurcalamamak gerekir. —Zen bilgeliği,  “Her şeyin kendi yeri vardır” der:  Her şeyin kendi zamanı da vardır, diye ekleyebiliriz herhalde. Zaten değiştirilemez; ama değiştirmeye—‘önce’ye ya da ‘sonra’ya almaya—çalışmak da, bir şeyleri bozabilir, zedeleyebilir, kırabilir. O tümce bir de şunu belirtiyor, ya da önceliyor: Yaşadığın bir şeyin anlamını, o sırada, yaşarken bilemezsin çoğunlukla; ancak senin anlamanın zamanı gelince anlarsın, o yaşadığının anlamını—bu da yıllar sonra gerçekleşebilir.” O.A.

  • Aruoba’nın hayatı boyunca, hem akademik anlamda hem çevirilerle hem de hayatı algılayış şekliyle, bağlantılı olduğu kişilere/ustalara seslenişi ölüm üzerindendir.

Ölümle-özgürlük arasında kurduğu ilişki

Özgürlüğün koşulu, yaşama olanağının ölümde görülmesi. Kişi ancak ölümün kesinliğini ve içeriksizliğini tam olarak yüklenirse, özgürleşme olanağına yaklaşabilir. Mustafa Kemal’in “Ya istiklal ya ölüm!” sözündeki gibi: Toptan yok olmayı göze alarak bağımsızlığını kazanmak. Hegel’in ‘Efendi-Köle’ ilişkisindeki gibi. Ölmeyi göze alan ve “ya kazanırım ya da ölürüm” diyen efendi oluyor. Oysa ölümü göze alamayan köle oluyor, özgürlüğünü kaybediyor.

Daha önce bu bağlantıyı kuranlar:

  • Nietzsche: Ölüm bilinci üzerinde bütün bir erdemlilik/özgürlük kuramı geliştirir.
  • Heidegger:  Onda “Ölümüne  [doğru/için]  varolmak”  gibi bir kavram vardır.
  • Bilge Karasu: Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’nda, iki ölüm olanağı ile özgürlük arasındaki ilişki üzerine,  “efendi-köle”  ilişkisi üzerinden bir irdeleme yapar.

Kendi hayatıyla ilgili

“Çok fazla bilinçli olarak amaçlamadan, ama bir ‘yaşam eğilimi’ olarak, galiba, kendimi bütün yerleşikliklerimden kopardım yaşamım boyu: ‘ev kurmak’, ‘aile kurmak’ gibi aşamalardan da geçerek; seçtiğim ‘meslek’leri—en başta, bütün yaşamımı vermeyi amaçladığımı—da terkederek… Bir yaşam ilkesi olarak alırsak, “Kendine aykırı bulduğun bir yeri hemen terkedebilir durumda olmalısın”  diye ‘çevire’biliriz. Ben galiba buna benzer bir ilke uyguladım, yaşamımda: İsteyerek, hatta ‘seve seve’ girdiğim; ama, bir noktasında, kendime aykırı olduğunu,  aykırı hale geldiğini gördüğüm her bir ‘yer’i  terkettim,  ‘yürü’düm. ” O.A.

Zilif’te dediği gibi: “Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum / — uyuşamadık. Hepsi bu.”

Ayrıca “Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir,” diyor Oruç Aruoba… Yazdıklarıyla, düşündükleri ile onunla yolu kesişenlerin belleklerinde artık…

Oruç Aruoba (1948-2020)

1973’ten başlayarak Hacettepe, Tübingen, Victoria-Wellington üniversitelerinde akademisyenlik ve öğretim görevliliği yaptı. 1983’te üniversiteyi terk etti, İstanbul’a yerleşerek çeşitli yayın kuruluşlarında çalıştı, yazı ve çeviri işleriyle uğraştı. Hume,  Nietzsche, Kant, Wittgenstein, Rilke, von  Hentig, Celan ve Bahsō’dan çevirileri vardır. 

Kitaplarından bazıları:

  • Tümceler (1990)
  • De ki İşte (1990)
  • Yürüme  (1992)
  • Hani (1993)
  • Yakın  (1997)
  • Uzak (1999)
  • İle(1999)
  • Çengelköy Defteri (2001)
  • Zilif(2002)
  • Olmayalı (2003)
  • Doğançay’ın Çınarları  (2004)
  • Geç Gelen Ağıtlar(2005)
  • Kesik Esin/tiler (2005)
  • Ol/an(2005)
  • Sayıklamalar (2005)
  • Benlik(2005)
  • Meşe Fısıltıları  (2007).

Kaynaklar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir